Yoğurt Kabında Mandallar

Pencereden gelen tıkırtıyla birden irkildi. Ritimli bir tıkırtı mı diye tekrar kulak verdi fakat değildi, içini tuhaf bir korku almaya başladı. Bu korkunun sebebi hep sağdan soldan duyduğu şeylerdi. Son zamanlarda mahallede çok hırsızlık olmuştu ve ilk katta oturmasına rağmen korkuluklara verilecek parayı hep sonralara ertelemişti. Böyle şeyleri ertelememek için kendine söz vermenin tam zamanı gibiydi. Ama belki de camın önünde bir kedi geziniyordu, belki de fazla kuruntulanıyordu. Zaten böyle giderse olayları abartmaktan bir gün aklını oynatacaktı. Evet olayları fazla abartıyordu ama sandalyesinden kalkıp pencereyi kontrol etme cesaretini de bir türlü bulamıyordu. Okuduğu kitaba da tekrar konsantre olamıyordu şimdi. Masaya tutunarak kendini sandalyesiyle beraber geriye doğru ittirdi. Kitabın kapağını yavaşça kapattı. Sanki bu harekette ona güç veren bir şeyler vardı. Ayağa kalktı ve masa lambasının loşluğunda kapıya doğru yürüdü. Kitaplığın arkasındaki elektrik şalterinin yerini bulmaya çalıştı. Elini pürüzlü duvarda gezdirdikten sonra bulabildi ve ışığı açtı. Bu sessizlikten kurtulmalı ve televizyonu açmalıydı. Televizyonun kumandasını en son nereye koymuştu acaba? Makarna yediği tepsinin üstünde mutfağa gitmiş olmalıydı. Yumuşak tabanlı terliklerini giydi ve koridora çıktı. Odasının ışığı koridorun mutfağa kadar olan kısmını aydınlatmaya yetiyordu. Küçük adımlarla mutfağa doğru yürümeye başladı. Koridorun sonu karanlık olduğundan o tarafa bakmak istemiyordu. Sanki camdaki tıkırtıya sebep olan şey birden karşısına çıkacakmış gibi geliyordu. Hemen geri dönerek koridorun ışığını da açtı. Koridorun sonuna dikkatlice baktı, hiçbir şey yoktu işte. İçi gerçekten ferahlamıştı çünkü boşuna kuruntu yaptığının farkındaydı artık. Mutfağa girdiğinde kumandanın tahmin ettiği gibi yemek masasının üstündeki tepside olduğunu gördü. Mutfak bütün bir haftanın yorgunluğunu taşıyordu. Lavabonun içi yağlı tepsilerle doluydu. Her yerde ekmek kırıntıları, domates ve salatalık kabukları, ezilmiş küçük peynir parçaları, salça lekeleri, yumurta kabukları ve beyaz market poşetleri vardı. Terliklerini sürüyerek yemek masasının yanına gitti. Kumandayı eline aldı fakat çok yağlanmıştı. Gözüne kestirdiği kullanılmış bir peçeteyle altını ve tuşlarını çabucak sildikten sonra tekrar koridora çıktı. İçi bu durumdan rahatsızdı tabi ki ama nasıl olsa tekrar yağlanmayacak mıydı? Koridorun ışığını söndürmeden odasının kapısına geldi ve tam gireceği sırada camdan gelen tıkırtıyı tekrar duydu. Bu kez çok daha şiddetliydi. Kumandanın önünü odaya doğru çevirdi ve bir refleks hareketiyle hemen televizyonu açtı. Bir adam küçük lokomotif ve vagon modelleri yapımından bahsediyordu. Sesini biraz daha artırdı ve eline kitap okurken yediği fındıklardan alarak televizyon izlediği koltuğuna oturdu. Adamın yaptığı modeller ve maketler gerçekten çok harikaydı. Geçen yüzyılın başından bugüne kadar üretilmiş bütün lokomotiflerin olduğu bir koleksiyona da sahipti adam. Fakat ne kadar güzel olursa olsun şu oyuncak sevdasını bir türlü anlayamazdı. Bunları düşünürken aklı hala camdan gelen o tıkırtıdaydı. Acaba dışarı çıkıp dışarıdan mı baksaydı penceresine? Yok yok evden dışarı çıkması çok saçmaydı. Birden bacaklarına bir kaşınma hissi geldi. Son zamanlarda hep böyle oluyor, ne zaman kendini çok karmaşık ve saçma hissetse bacakları kaşınıyordu. Bu durum sinirlenmesine de yol açıyordu. Zaten ne kadar çözümsüz ve anlamsız bir hayatı vardı. Ayaklarında saçma terlikler, mutfağında pislikler, camdan gelen aptal bir sesin korkusu yüzünden elinde sıkıca tuttuğu kumandayla saçma sapan bir televizyon programı izliyor ve yorum yapmaya çalışıyordu. En iyisi başka bir şeyler düşünmeliydi. Okuduğu kitabı düşünmeliydi mesela. Bu kitap kendi düşünceleriyle özdeşliyor ve isteyip de anlatamadığı bütün her şeyi gözler önüne seriyordu. Bireyci özgürlüğü savunuyor, her bireyin kendine ait bir ahlaksal yargı modeli geliştirmesi gerektiğini ve toplumda oluşacak olan subjektif ahlaksal yargılar bütünüyle de insanların önyargılardan kurtularak gerçek özgürlüğe sahip olabileceğini anlatıyordu. Evet düşündüğü tam olarak buydu ve bu kitapta kusursuzca anlatılmıştı. Aslında böyle bir düşüncenin gerçek olması durumunda toplumsal çözülme ve kaos yaşanması muhtemel oluyordu fakat gerçek özgürlüğü yakalayabilmek düşüncesi her şeyden üstün tutulmalıydı. İşte o anda aklında şimşekler çakmış gibi oldu. Aslında yaşadığı bu düzensiz ve yalnız hayatın aynı zamanda da bütün bu korkularının sebebi özgür olmak için feda edilen toplumsal çözülmeydi. Eğer ki toplumsal çözülme bu haddine gelmemiş, insanlar bu kadar yalnızlaşmamış ve kendi kaderlerine terk edilmemiş olsalardı belki de yaşanan bu açlıklar ve evsiz kalmalar olmayacak, insanlar hırsızlık yapmayacaktı. İnsanlar hırsızlık yapmıyor olsalar şu anda televizyonun karşısına oturmuş vaziyette camdan gelen tıkırtılardan korkuyor olmayacaktı. Sadece bununla sınırlı da değildi. Subjektif ahlaksal yargılar insanları toplumun bir parçası olduğu fikrinden uzaklaştırıp yalnızlaştırarak, aranılan mutlak özgürlük fikrinin altından özgürlüğün beraberinde getirdiği o yüce ruhsal duyguyu zehirleyebilecek olan korkular çıkaracaktı. Belki de bu korkular yüzünden hırsızlıktan çok daha büyük suçlar ulu orta işlenecekti. İnsanlar yalnız başlarına korkularıyla yaşayacak ve belki de şu anda içinde duyduğu o tıkırtı korkusundan ve kocaman apartman dairesi içinde yapayalnız bir şekilde bütün bunları düşünüyor olmasından çok daha kötü şeyler olacaktı dünyada. Artık bu mutlak özgürlük fikrinden ve subjektif ahlaksal yargıların gerekliliği düşüncesinden vazgeçmeliydi. O kitabı okumayı da bırakmalıydı. İçindeki özgür insan olma arzusunu besleyen şeyler de içi boş ve saçma sapan şeylerdi. Yatılı bir okulda büyümüş olmak, hiyerarşik bir meslekte çalışmak ve ara sıra amirinden fırça yemek bütün bu özgür olma arzularının sebebi olmamalıydı. Zararı yine kendine dokunuyor, yalnız başına düzensiz bir hayat yaşamasına sebep oluyordu. Evlenmeyişinin sebebi de bundan başka bir şey değildi. Kendisi gibi düşünen insanların hiçbiri evlenmezdi. Evliliğin insan ruhunu tutsak edeceğine inanırlardı. Dünyaya birkaç kitap ve birkaç anlamlı cümle hediye ettikten sonra ölüp giderlerdi. Fakat yalnızlığın verdiği ümitsizlik, dünyaya bir şey kazandırmadan ölmek düşüncesinin verdiği korkudan daha fazla acı veren bir şeydi. Bunu yaşayarak öğrenmişti. Artık bütün bu karmaşık ve sonunda güzel şeyler olmayan arzularını bırakıp korkularıyla yüzleşmeliydi. Başka bir insan olmaya karar vermeli ve buna korkularıyla yüzleşerek başlamalıydı. Şimdi gidip o perdeyi açmalı ve penceresinin önünde neler oluyor bakmalıydı. Kumandayı koltuğun üstünden aldı ve televizyonu kapattı. Ayağa kalktı ve masanın üstünde duran kitabı kağıtlarını attığı çöpe bıraktı. Doğruldu, pencereye baktı. Tıkırtılar hala geliyordu. Perdenin yanına gelerek önce tülü ve ardından güneşliği hafifçe araladı. Cama bir şey vuruyordu. Sokak lambası tam tepede olduğundan, camın üst kısmındaki yuvarlağa benzeyen şeyi siluet olarak gördü ve ne olduğunu anlayamadı. Pencereyi açtı ve gördüğü şey yukarıdan iple bağlanmış içi mandal dolu plastik bir yoğurt kabından başka bir şey değildi. Gülümsedi. Üst katlardaki komşulardan birinin çocuğu yapmış olmalıydı bunu. Hava rüzgarlı olduğundan yoğurt kabı sallanarak cama çarpıyor ve içindeki mandallar da sesi daha nitelikli ve karmaşık bir hale getiriyordu. Bütün hepsi buydu. Şimdi gerçekten, kuramla pratik ve gerçekle hayal arasındaki farkı çok iyi ayırt edebiliyordu. Tam bu sırada karşı apartmanın giriş ışığı yandı ve kapıdan kadınlar, erkekler ve çocuklar çıktı. Bir arabanın tavan lambası yanmaya başladı ve iki çocuk koşarak o arabanın arka kapısı açtılar. Arkalarından bir kadın onların binmesine yardım etti ve kendi de ön kapıyı açarak bindi. Sürücü koltuğuna bir adam gelip oturdu. Araba, geride kalan adamın, kadının ve çocukların önüne doğru hareket etti. Onların önüne gelince durdu. Arabanın camları açıldı, dışarıdaki adam arabanın içine doğru bir şeyler söyledi. Herkes gülmeye başladı bir anda. Araba hareket etti, camlar kapandı, korna çalarak uzaklaştı. Geride kalanlar el salladıktan sonra tekrar karşı apartmana girdiler. Okuduğu bütün kitaplardan daha güzel bir şey izlemiş olduğunu fark etti. Galiba mandalları sarkıtan çocuğa teşekkür borçluydu.

Mıknatıs

Daha okulda mıknatıs dersini göstermemişlerdi o zaman. Babam Pazar günleri kurulan hurda pazarına giderdi. Bazen beni de götürürdü. Eski ayakkabılardan tutun eski musluklara, bebek arabalarına kadar her şey olurdu orda. Öyle ki babamın 1952 model, İngiliz imalatı motorsikletine yedek parça bile bulurduk. Hatta daha sonraları, 2002 de ilk mp3 cd mi ordan almıştım(Haluk Levent dinliyodum). Neyse işte ben küçükken radyo ve kasetçalar meraklısıydım. Parçalayıp bakmam için her gidişimizde eski bir müzik seti ya da radyo alırdı babam. Eve getirirdik. Annem dezenfekte ettikten sonra onay çıkardı ve başlardım sökmeye. Her seferinde içlerinden çıkan patlak hoparlörler olurdu. Kasaları metal olduğundan benim gücüm yetmezdi ama babam bir tornavida hareketiyle çıkarırdı bunların mıknatıslarını. Mıknatıslar çok güçlü olurdu tabi. Bunları annemin dikiş makinesinin kapağındaki cebin içine koyardık ve sırası geldiğinde annem onları iğne toplamakta kullanırdı. Fazla geldiği zaman komşulara dağıtırdık ama bu mıknatıs talebi hiç bitmezdi nedense. Gerçi ben daha sonraları işi büyüttüm, mikrofon görevi yapan hoparlörler olduğunu fark ettim, kasetçaların içinden çıkan ufak amfileri kullanarak volki-tolki lerim aracılığıyla evin muhtelif yerlerine radyo programı yapmaya falan başladım o ayrı. Bilmiyorum biliyomusunuz ama o küçük oyuncakların belli bir frekansı oluyor ve radyodan o frenkansı bulursanız eğer, o radyo kanalını volk-tolki nizin çektiği mesafe içinde bloke edebiliyorsunuz. Neyse konu dağıldı. Mıknatısların çok güzel şeyler olduğunu biliyordum fakat bazılarını birbirine değdirmek şöyle dursun yaklaştırmak bile çok zordu. Bir gün babama sordum tabi. Tristar marka James bond çantasından çıkardığı A4 kağıdın üstüne buzdolabının lastiği içinden çıkan ince mıknatıstan koydu. Sonra bir eliyle üzerinde mıknatıs olan kağıdı tutarken bir eliyle de benim patlak hoparlörlerden çıkan bir mıknatısımı kağıda doğru yaklaştırdı. Kağıdın üzerindeki mıknatıs hareket ediyordu. Zıt kutuplar birbirini çeker, aynı kutuplar birbirini iter dedi babam. Sonra hoparlör mıknatısını ters çevirdi ve kağıda yaklaştırınca mıknatıslar birbirine yapıştı. Demek ki mıknatısları birbirine yaklaştırmak zor olduğu zaman birini ters çevirmek gerekiyordu. Ama bu oyunu oynaya oynaya iyice kavramıştım olayı. Zıt kutuplar birbirini çeker, aynı kutuplar birbirini iterdi. Neyse aradan epeyce zaman geçti. Okulda mıknatısları gösterdiler. Fen bilgisi labaratuarında bu kağıt oyununu yaparak baya ilgi topladım üstüme, herkes benim yaptığımı yapmaya çalıştı tabi ama mıknatıslar evdekiler kadar güçlü değildi. Daha da sonraları, 6. sınıfta o anı hiç unutmam, sosyal bilgiler öğretmenimiz ortaya bir tez attı.Zıt karakterli insanlar her zaman iyi anlaşır dedi. Sanırım üniversitede tarihle karışık aldığı sosyal psikoloji derslerinin etkisi oldukça büyüktür buna. Öyle olmasa bile zaten çok farklı ve çok sevdiğim bir insandı. Ben de o anda parmak kaldırıp, mıknatıslar gibi mi dedim. Şaşırdı kadın tabi, ıhım ıhım. Aynen öyle ismail dedi. Sonra bana çok samimi olduğun bir arkadaşını söyle dedi. Aklıma tabi ki Enes geldi. Enes’le doğduğumuzdan beri hep beraberdik. Sonra hangi takımlı olduğumu sordu. Galatasaray dedim. Enes’in hangi takımlı olduğunu sordu. Fenerbahçe dedim. Gördünüz mü çocuklar dedi. Neyse yani, doğrudur veya o an öyle denk gelmiştir bilemiyorum güzel bir çıkarsamaydı. O zaman pek önem vermedim tabi ama geriye dönüp baktığımda iyi anlaştığım arkadaşlarımın ve dostlarımın çoğunun fenerbahçeli olduğunu görüyorum. Sadece takımla sınırlı değil tabi ki. Mesela bu blogta yazdığım yazılar, en iyi dostumun tarzı değil. Belki çok abartılı edebik şeyler olarak geliyor burada yazdıklarım ona. İyi ki de öyle. Bunu bilmek doğru yolda olduğumun göstergesi. Mesela aşağıdaki Çiçekler, Kuşlar Ve Somurtkanlar yazısını onun için yazdım. Somurtkan olarak da onu tanımladım. Belki çok hoşlanmadı ama nefret de etmedi. Onun verdiği tepkiler benim için çok önemli çünkü benim dünyama dışarıdan bakabiliyor, ben de onu somurtkan olarak seviyorum. Eminim ki o da benim gibi yazılar yazsaydı eğer, ya o ya da ben yazı yazmaktan çoktan vazgeçmiştik. Al işte yine mıknatıs. Neyse yani benim bu fenerlilerden çekeceğim var.

Çiçekler, Kuşlar Ve Somurtkanlar

Aralık ayının bir çarşamba gününde, havanın hala bu kadar ılık ve gökyüzünün bu kadar açık oluşu çok rastlanır bir şey değildi doğrusu. Yazdan kalma kurumuş otlar karşıdaki yamacımsı bölgenin çıplaklığını saklıyordu. Toprak hafif nemliydi ve yağmur suyundan kalma bataklıklar küçük küçük rutubetli çimenlikler bırakmıştı sağda solda. Küçükken ilkbahar geldiğinde çıkan çimenlikleri çölün ortasındaki ormanlara, böcekleri de ormanda yaşayan kabilelere benzetirdi. Zaten o zamanlardan sonra hiç bu kadar yükseğe çıkmadı ve çölün ortasında kalmış ormancıklar görmedi. Belgesellerde de rastlamadı. Aslında o kadar da mümkün olmayan bir şey değildi bu. İnsanlar isteseler pekala çimenlere benzeyen binalar yapabilirlerdi ve bizde küçücük böcekler gibi olabilirdik. Belki o zaman böcekleri ve çimenleri gerçekten anlayabilirdik. Sonra çimenliğin hemen bir metre yanında tek başına kalmış sarı kır çiçeğini fark etti. Dizlerinin üzerine çömeldi ve beşgen görünümündeki taç yapraklarına yakından bakmak istedi. Solgunlardı. Gece düşen kırağının buna etkisi çok büyüktür fakat hava yeterince soğuk zaten böyle bir çiçek için diye düşündü. Mevsimine ait olmayan ruhların da yaşayacağı büyük bir yıpranıştan başka bir şey değildi yani çiçeğin yapraklarındaki bu solgunluk. Bozkıra işte bu yüzden tutkundu. Her şey ona kendisini hatırlatıyordu. Tam bu sırada çiçeğin üzerinden bir gölge geçti. Başını güneşten tarafa kaldırıp bakmak isterken, bir saksağan kuşu sorti yaparak hemen önüne kondu. Yolun kenarındaki çeşmenin arkasında bulunan, yaprakları dökülmüş büyük çınara tüneyen kuşlardan olmalıydı. Zaten gerisi ufka kadar uzanan çıplak sarı araziden ibaretti. Artık çiçek ve saksağan aynı kadraja giriyordu. Ama çok ilginçti, saksağan gibi yabani bir kuş normalde bu kadar yakına konmazdı. Bir an için dizlerinin üzerine çökük ve çiçeğin üzerine kapanmış bir vaziyette olduğundan, kuş kendisini duran bir cisme ya da küçük bir ağaca benzetmiş olmalıydı. O zaman hiç kıpırdamamalıydı. Gözlerinin kadrajına tesadüfen aynı anda giren bu iki canlı, hem fiziksel olarak hem de duygusal olarak müthiş güzellikte kontrastlar oluşturuyordu aklının içinde. Birisi mevsimsiz bir tutsaklıkla çürüyüp giderken, diğeri özgürlüğün tadını masmavi göklerde rüzgarlara karşı havada asılı durarak çıkarabiliyordu. Kendi ruhunu saksağan olması gereken sarı bir kır çiçeğine benzetti şimdi. Fakat bu kadraj içinde tersten düşünülmesi gereken, belki de tek avuntusu olabilecek bir gerçek daha vardı. Kır çiçeği, çiçek olmanın, toprağa bağlı bir tutsak olmanın anlamını çok iyi biliyor fakat saksağan kuşu uçmanın anlamını, özgürlüğün tadını çiçek kadar bilmiyordu. Çiçeğin ruhu sanki şöyle seslendi bir an: “Şimdi, şu anda şuracıkta ölüyor da olsam, çiçek olmadan kuş olmak istemem.”, ve çiçek haklıydı çünkü kendi ruhu da aynı şeyleri söylüyordu. Yoksa mavilerle kucaklaşmanın ne anlamı vardı? Çiçek bunu biliyordu çünkü, acı çekmek ruhu yüceltiyor, dünyayı anlamamızı sağlıyor, gizemli duyguların kapılarının anahtarlarını elinde taşıyordu. Çünkü acı çekmek dünyadaki tek gerçek olan şeydi. Acı çekerken ruhlar yalancı sebeplere bağlanamazlar ve gösteriş yapamazlardı. Kahkahanın arkasında bir aldatmaca, kişisel bir politikanın yozlaşmış sebepleri olabilirken ve kahkaha az bir şey zorlanarak yapmacık şekilde atılabilirken, acı, böyle bir yoldan ve arkasında böyle yalancı sebepler taşıyarak çekilemezdi. Acının varoluş sebebi gerçekti ve acı çekerek gerçeklerin farkına varmak gerekti. Sonra dikkati dağıldı ve toprağa baktığını fark etti. Bir çiçeğin ve bir kuşun varoluşunun arkasında böyle anlamların saklı olduğunu ancak çekilen acılar fark ettirebilirdi. Zaten dünya üzerinde gerçek bir kural olarak yaşamaya devam edecek olan şeylerden bir tanesi de buydu; her küçük şey, kendinden daha büyük şeylere anlam veriyor, fiziksel olarak görünüşünün yanında çok daha başka ve çok daha anlamsal tablolar çiziyordu. Ama bakmasını bilene. Sonra her şey bu döngünün içine girerek büyüyor, bir sonraki manalara ve fiziksel varoluşlara kendini adıyordu. Bu döngünün son bulduğu yer ise insan ruhu oluyordu. Yani ekosistem bütün varlığını insan ruhu için feda ediyor, insan ruhunu besliyordu. Bütün manalar burada anlam buluyor, bütün çiçeklerin renkleri, kuşların kanatları, meyvelerin kokuları, suların berraklığı ancak insan ruhunda hakkettiği gibi anlaşılabiliyor, gerçek güzelliğine bürünebiliyordu. Dokunabildiğimiz dünyanın duygularımıza olan etkisi gerçekten çok büyük ve çok tuhaftı. Aslında imge kavramının altına gömülen şeylerin çoğu da bunlardan ibaretti. Duyguları anlatmanın tek yolu onlarla bağlantıya geçmek ve onları kullanarak asıl atmosferi yakalamaktı. Bu tekerleğin icat edilmesi gibi olağan bir süreçti. Başlangıçta nasılsa sonra da değişmeyerek aynı kalan ve o harekete ihtiyaç duyan bütün mucitlerin alıp kullanmak zorunda olduğu en temel bir varoluş şekliydi. Yüzyıllar önce nasılsa, yüzyıllar sonra da kara üzerinde ilerlemek isteyenlerin kullanmaya muhtaç olduğu şeydi. Niteliği değişse bile şekli hiç değişmeyen. İşte anlatılmak istenilen şeyde duygular, hisler ve elle tutulamayan ne varsa, dünyayla temas kurularak anlatılmak zorundaydı. Başka bir yolu ve şekli yoktu. Mesela ruhun özgürlüğü kavramı kuşlar olmadan, gökyüzü ve bulutlar olmadan anlatılamazdı. İşte gerçek imgeler bunlardı. Nasıl ki her anın bir müziği olabiliyorsa, tersinden düşünüldüğü zaman, her hikayenin de bir imgesi olmalıydı. Dünya var oldukça şairler ve yazarlar onlara ihtiyaç duyacaklardı. Onlardan vazgeçmek, anlatılanın özünden vazgeçmek demekti. Bütün çiçek isimleri ve bütün kuş isimleri. Aslında betimlemeler edebiyatın bir süsü olarak değil, özü olarak görülmeliydi. Betimlemelerde her imgenin anlattığı bir anlam mutlaka vardı. Bunu anlamanın yolu çok basitti. Ruhunu dünyaya açmak ve daha iyimser olmaktı. İşte bu noktada da kendi kendine “somurtkanlar” olarak tanımladığı insanlar ortaya çıkıyordu. Betimlemeleri ya tümden gereksiz olarak gören ya da anlayabildikleri kısımdan sonrasını gereksiz olarak niteleyen insanlardı bunlar. Fakat betimlemelerde kullanılan nesneler dünyanın varoluşuyla alakalıydı ve insanoğlu bunların varoluş şekillerine karar veremedikçe onları yargılamamalı ve gereksiz ya da klişe olarak görmemeliydi. Zaten onlara göre betimleme kullanılan anlatım şekilleri fazla dramatik ve gereğinden fazla süslüydü. Düşündükleri şey onlara mahrumiyetten başka bir şey getirmezdi. Sonuçta imgeler duygulara yol buluyordu ve duygunun klişesi olamazdı. Bu abartılmış bir muhalefet sisteminden başka bir şey olamazdı. Eğer bir insanın daha önce başkaları tarafından yaşanmış olsa da, kendinden bir şeylere ait bir hikayesi varsa oturup onu yazmalı ve anlatmalıydı.Fakat maalesef “sembolik etkileşim”ciler yine haklı çıkıyordu ve insanların cesareti yine insanlar tarafından kırılıyordu. “Somurtkan”lar yine kaybediyordu. Çiçekler, kuşlar ve somurtkanlar. Çok zor değildi ki. Artık barışmalıydılar. Sonra ayaklarının uyuşmuş olduğunu fark etti ve pozisyonunu hafifçe değiştirmek isterken kontrolünü kayberek sağa doğru sendeledi. Saksağan irkildi. Kanatlandı ve bir anda uzaklaşıverdi. Gözleriyle saksağanı takip etti fakat o büyük çınara tüneyen kuşlardan değildi, şaşırdı. Cebinden çakısını çıkardı, toprağa sapladı ve daire çizerek sarı kır çiçeğini köklerini de içine alacak şekilde, toprağıyla beraber söktü. Çakısını toplayarak tekrar cebine koydu. Çiçeği ellerinin arasına alarak evin yolunu tuttu. Çiçek bunu çoktan hak etmişti.

Olmayan Bir Aşkın, İlki Olmayan İkinci Kısa Mektubu

Merhaba Sevgilim;
Belki çok uzun bir süre cebimde taşıyacağım bir mektup daha yazıyorum. Kağıdın kusuruna bakma. Geçen yıl renkli tükenmez kalemle yazdığımı hala cüzdanımda her gittiğim yere götürüyorum. Fakat her okuyuşumda, biriktirdiğim şeylerin omzuma yüklendiğini ve bazı derin hislerimin o mektuptan yavaş yavaş silindiğini hissediyorum. İşte bütün bunları, bu sebebe bağlayarak yazacağım. Ve biliyorum ki; insan yaşamın her anında biriktirerek, harcayarak, inanarak veya tümden vazgeçtiğini düşünerek yaşadığı için hep aynı insan olamaz. Aynı olmak için bütün varlığını bu yolda harcasa bile. İlk mektubumun içimde tetiklediği daha yukarıdan seyredip kaleme alma arzumu; belki de sadeliğinin ve asıl düşündüklerimin çok küçük bir bölümünü yansıtmasının pişmanlığını duyarak; her şeyi bu kez anlatmak isteyişimi ve hayatımdaki her şeyin son halkasının sen olduğu gerçeğini su yüzüne çıkarmak için kullanıyorum ve bil ki bu satırları sırf bu yüzden yazıyorum. Sana çocukça geleceğini ve uzak bir hikaye gibi okuyacağını bilsem de, bana öyle olmadığını savunacaksın; hiç savunma çünkü öyle olduğunu gayet iyi biliyorum. Ama içimdeki aşılmaz arzunun, onarılmaz yaraların sebebini, aşk denilen o kıpırtıyı ilk kez seninle konuşurken tatmama ve bu nehire; günün birinde beni ruhum ölmüş olarak, terk edilmiş bir limana yalnız başıma atacağına adım gibi emin olduğum halde kendimi öyle hesapsızca ama sonsuz bir güven çelişkisi içinde bırakıverdiğimi söylemek istiyorum. Durup şöyle geçen zamanı saydığımda hiç de azımsanmayacak kadar büyük olduğunu anladım. Buna bir de o yaşlarımızın insan ömründeki diğer zamanlara kıyasla ortaya çıkan değer farkını da eklediğim de; yağmursuz geçen bir bahar mevsimi kadar yürek burkan bir anıyı yıllar sonra içim çok acıyarak anımsayacağımı öngörüyorum. Eğer bunu değiştiremezsek. Hem zamanın uzunluğu, hem korkularımın üzerine gidemeyerek sana deli gibi aşık olduğumu erkence söyleyememem hem de aynı cümleyi yıllar sonra senden de duymam ve buna rağmen geçen zamanın yaralarımızı sarmamıza ve yeni başlangıçlar yapmamıza engel oluşunu; geç kalınmışlığın çaresizliği içinde izlemek yalnızlığıma milyonuncu kez hançerler saplıyor, bilesin. Hoşça kal Sevgilim, iyi bir ömür dilerim.

Bir cumartesiden












Fotoğrafların orjinallerini isterseniz isorak288@hotmail.com'a mail atabilirsiniz.

Bir Akşam Üzeri Sonbahar















Fotoğrafların orjinallerini isterseniz isorak288@hotmail.com'a mail atabilirsiniz.

Fotoğraf

aklımda bir filmdir dönüp duruyor
paylaşıyoruz başrolü her sahnede.
bu filmi yıllardır hiç bıkmadan izlesem de
doğrusunu istersen o sadece aklımın içinde.
işin gerçeği açıkça şu ki sevgilim
biz aynı fotoğrafta bile olamadık seninle.
çok mu çirkinim soruyorum kendime
hayır değilim.
bu fotoğraf mevzusu nerden geldi bilmiyorum
sevgilim diyorum sana alınmazsın heralde.
değilmiyiz?
ne münasebet diyorsun ama rica ederim bağırma.
yıllardır hep aynı zamir elllerimde ağzımda
niye böyle şaşırıyorsun şimdi anlamıyorum.
neyse derin konular bunlar boşverelim
tut elimden de şuracıkta bir fotoğraf çekinelim.
ama öyle deme
birgün çekmecenden çıkar da sevinirsin.
altı üstü kağıt parçası uzatma hadi tut elimi
ille de istemezsen kesiverirsin beni.

Mayıs Özlemi (Eskilerden)

yabancı bir ilkim düşlüyorum
ait olmadığım uzakta bir yer
taptaze heyecanlar görüyorum
bir ömür hediye etsem değer.

Mayısı özlemeyi özlüyorum demiştim bir zaman.Dışarıda mayıs şimdi, 22 mayıs da cumartesi üstelik bu yıl.Leylak zamanı, bahar heyecanı, ilk yaz.Buharsız deniz, görünen karşı kıyılar. Henüz rüzgardan üşüyen balıkçılar hayal ediyorum sabahın ilk ışıklarında. Motorlarının sesleriyle uyanıyorum, güneş kleopatra dağının arkasından gösteriyor kendini usul usul, fısıldıyor gibi. Sonra bir palmiye ağacının en yüksek yaprakları sarımtırak bir kızıllığa bürünüyor.Serin içerisi, bir bardak soğuk su gibi okşuyor yanaklarımı beyaz rutubetli duvarlar. Pencerede sineklik, balkon kapısını açıyorum yavaş yavaş, mayısın serin sabah rüzgarı doluyor içeriye ayaklarımdan başlayarak.Çıplak ayaklarım ince yer kiliminin üzerinde. Deniz daha bembeyaz, yatağımdaki çarşaf gibi kıvrımlı bir deniz. Keman sesi gibi geliyor insana, gümüş gümüş parlıyor hafif ve solgun. Sandallar çocukları gibi denizin, hadi uyan bak sabah oldu der gibi haylazca salınıyorlar.Gökyüzünün bu pembe okşayışından parlayan pullar düşüyor kıyıya, tuzuna karışıyor sonra denizin, ve bir sandal madalyon gibi alıp üzerine takıyor övünerek. İsmet dede oturmuş her zamanki yerinde, kimbilir neler düşlüyor. Güneşin büyüttüğü bir ömrü taşıyor sıcak bedeninde, güneşin çocuğu o. Puslu anıların yarı gerçek yarı masal nehrini akıtıyor aslında her sabah denize İsmet dede. Yüzüne bir ömür ege rüzgarları esmiş. Zeytin yeşilinin tonunu hiç şaşırmaz sorsam hemen gösterir, ne zaman dalgalı olur deniz, neden mavidir aslında, hepsini bilir. Akşam olunca, kendi asmasının altında, kareli mavi muşamba örtüsü, cam sürahi, ipe taktığı sönük sarı ampül, arkasında zifiri karanlık, duvar dibinde ağustos böcekleri, bütün ihtişamıyla yıldızlar. Başka türlü bir şey değildir hayat ona, bilinmez ülkelere hasret kalmamıştır hiç, gurbet kelimesini kaç kere duymuşturki acaba? Sakın hikayeleri yok sanma, bir bağlasın oltasını, bir yaslansın arkasına, hiç duymadığın dünyaları getirirverir ayaklarına. Çömelmek yok oturarak dinleyeceksin ama. Ansızın zilleri çalar balık gelmiş oltaya, kovanın içine atar balığı, yeniden bir ekmek sarar, sonra bambaşka bir dünya daha. Bende ise ürpertiler ve nem kokusu. Birden sorular yağıyor aklımın o en derin yerlerine. Bu kadar mı yıpranmışım, bu kadar mı uzak kalmışım anlamıyorum ne çabuk geçmiş zaman ne geçmek bilmemiş, sahi kaç yıl olmuş? Hani aynıydı dünya, hani çiçek hep çiçek, toprak aynı topraktı? Ne oluyor, bu ses ne? Nasıl bir ses bu denli hırçın ve bu denli yumuşak ve bu denli peşinden sürükleyici olabiliyor? Neden yabancıyım şimdi bu kadar dalgalara? Deniz kabuklarını neden farkedemiyorum çakıl taşları içinden artık? Deniz gibi tuzlu tadı olan, yanaklarımdan süzülen bu beyaz sularda neyin nesi? Mayısın özlemi özgürlük arzumu dizginleyerek olanca şiddetiyle sarmışken beni...

Kasım




Fotoğrafların orjinallerini isterseniz isorak288@hotmail.com'a mail atabilirsiniz.

Uyanırken

Gözlerini açtığında, sunta komidinin yumusatılmış köşelerini birbirine bağlayan plastik kahverengi kaplamalarla bakışırken buldu kendini. Ne kadar da güzellerdi. Eğer bu komidin dünya olsaydı, bu kaplamalar da kutup enlemleri olabilirdi. Sonra dikkatlice tekrar baktı. Sanki dikine kesilen yaşlı bir ağacın çizgilerini taklit eden dokusuyla şehirler arası yollara benziyorlardı. Şehirler arası yolları ve uzun yolculukları çok seviyordu. Özellikle bozkırın büyük ovalarını kesen ip gibi düzgün yollara bayılıyordu. Çünkü buralarda çok uzakları görerek derin hayallerini somut bir manzarayla bütünleştirebiliyordu. Hem bozkır yalnızdı, yalındı ve yalansızdı. Görünen neyse var olan da oydu. Ufuk çizgisi bıçak gibi keskin olurdu bu yolculuklarda. Belli ki bu keskinliğin gerçekten bir anlamı vardı, belki de binlerce yıl boyunca savaşların buralarda yapılması ve her savaşın sonunda insanoğlunun bu topraklara hediye ettiği kan ve cansız bedenlerle bozkırın kalbini kırması, ona bu keskin yüz ifadesini kazandırmıştı. Baharlarda gelincikler bu yüzden kırmızı açıyor olmalıydı. Ama yine de bozkırın bu yüzü bir bakıma içini umutlarla dolduruyor, arkasında var olduğunu hayal ettiği dünyalar hakkında ütopyalar uydurmasına yardımcı oluyordu. Ve bu keskinlik onları gerçekten varmış gibi gösteriyordu. İnsanlar savaşlarda değil yataklarda ölüyor ve gelincikler kırmızıdan başka renklerle de açıyordu. Birden dikkati dağıldı. Ölümü hatırlatan şeyleri düşünmenin dikkat dağıtıcı korkusuyla hafifçe irkildi ve bütün düşündüklerini unutuverdi. Bütün olağanlığına ve hayatın içinden olmasına karşılık ne kadar da tuhaftı şu ölüm. Uyumak gibi birşey heralde diye düşündü ama rüya görüp göremeyeceği konusunda emin değildi. Belki de karanlık bir odaya girmek gibiydi. Doğduğu günden önce bu evrende olmadığı gibi öldüğü günden sonra da bu evrende olmayacaktı. İşte bu kadar basitti. Sadece ölüm anına ilişkin korkuları vardı ama bunu da daha önce girdiği birkaç ameliyata benzetti. Her ameliyat bittiğinde, geride bıraktığı tedirginlikleri ve korkuları hakkında hiçbirşey anımsayamıyordu. Olup bitiveriyordu. Bütün kötü şeyler anlık yaşanır ve çabuk unutulurdu zaten. Buna yürekten inanıyordu. Ölüm de böyle olacaktı. Aniden gelecek, biraz korkutacak ama sonunda bitecek ve ölmüş olacaktı. Öldükten sonra hiçbir şeyden haberi olmayacaktı. Zaten bilmenin laneti denilen kafa karıştırıcı durumlarda bulunmak istemezdi. Çoğu şeye kayıtsız kalışını da bununla açıklayabilirdi. Aslında şöyle etraflıca düşündüğü zaman hayatı kafasının içinde üçgen bir görünüm kazanan bu üç konu üzerinde duruyor gibiydi; ölmek kavramı, bilmenin laneti ve insanlığın kendi beyniyle kurduğu sistemin devamı için verdiği otorite mücadelesi. Peygamberler, filozoflar ve komutanlar. Savaşların, polislerin, büyük meydanlardaki halk hareketlerinin, siyaset üzerine teoriler geliştirmek için ömrünü harcayanların, yazdığı bir şiir yüzünden çöp gemilerinde mülteci olup okyanus geçenlerin, inandığı bir değer için diri diri yanmaktan korkmayanların hikayelerinde hep bu üç şey vardı. Evet onların içi boş kahramanlıklarının ardında ölümü düşünmemeleri, bilginin lanet getireceğinin farkında varamamaları ve siyasal güce sahip olma isteklerinin saçma bir sistemi devam ettirmek için önlerine atılan bir yem olduğunu görememeleri vardı. Onlar için insan hayatını ucuz olmaktan kurtaran şey yüce bir dava uğruna ölmekti! Güldü. İşte uyuşturucu gibi bir cümle diye düşündü. Kahramanlıklarının içi bu yüzden boştu işte. Gözleri yatağının yanından geçen krem rengi kalorifer borusunun dökülen boyalarına takıldı. Sol elinin parmaklarını borunun üzerinde gezdirerek kalan küçük parçaları bulmaya çalıştı. Fakat sıcaktı, vazgeçti. Çocukken bunu çok yapardı. Ne güzel şeydi şu çocuk olmak. Gözlerin sadece olanı görmesi ne kadar da güzeldi. Bir yolculuğu düşündükleri zaman savaşları anımsamazdı çocuklar. Bilmek istedikleri şey sadece zevk aldıkları şeydi. Dünyaya egemen olmak istemezlerdi. Aslında herşey insanın seçtikleri ve tüketmekten zevk aldıklarıyla alakalıydı. Doğru olanı seçmek için doğru şeyleri tükettiğinde ancak bunun ayrımına varabilir ve "yüce bir dava uğruna ölündüğünde insan ruhunun yüceldiği" tezinin ne kadar saçma olduğunu anlayabilirdi. Hayatı anlamanın ciddileşip surat asmak olmadığı, aslında hayatı gerçekten anlamanın insana tatlı bir ukalalık kazandıracağını işte o zaman anlayabilirdi. Peki tüketilecek olan doğru şeyler ve ulaşılacak olan doğrular neydi? Hani dünyada kesin doğrular yoktu, olamazdı? Hani sosyologlar ve psikoanalizciler bu yüzden çuvallıyordu? Evet emin olmak istediği de tam olarak buydu zaten. İyi ki bu soruyu kendine sormuştu. Çünkü artık emindi, evrende doğru olan düşünceler herkese göre farklıydı. O doğruyu bulmanın tek yolunun da içindeki sesi dinlemek olduğunu düşündü. Alarmı çalmaya başladı. Beyaz çarşafını belinden sıyırarak yatağın köşesine oturdu. Alarmı çalmadan önce uyanmaya bayılıyordu.

Akşam Metrosunda Bir Anne

Serin bir akşamüstüydü, ilkbahardı. İçimde o tek mevsimlik ilkbahar huzuru. Isıtan güneş, daha ince giysiler, meyve çiçekleri. Artık geceleri de havanın soğuk olmayacağı günlerin beni beklemesi heyecanı. Hani mutlu olduğunuz bir zamanda hemen arkasından o mutluluğu bozacak bir şeyin olduğunu bilmenizle, elinizdeki o zavallı mutlu dakikaları da alıp götüren bir şeyden bahsetmiyorum. Arkası yaz mevsimi olan bir akşamüstünden bahsediyorum. Havanın kararmasının uzamaya başladığı günlerdi demek istiyorum. Mutlu olmuştum işte, ne zaman ilkbahar olsa hep aynı kıpırtılar olur içimde. Neyse nihayet metro istasyonuna girdim. Birkaç dakikalık bu “metro sessizliği” bekleyişinden sonra şiddeti gittikçe artan tren rüzgarı yüzüme vurmaya başlayınca, yaslandığım süs taşlarıyla kaplanmış duvardan doğruldum. Eline sevgili eli değen bir çocuğun kalbi gibi aydınlandı bekleyişte olanların yüzleri, trenin sarı ışıklarından. Belki benim yüzümü de başka bir insan başka bir şekilde görmüştür bilmiyorum. Önümden geçen vagonların penceresinden bakan birisi mesela? Neden olmasın. Ben onları öyle görüvermiştim ya bir anda. Önemli olan hayatlarımızın saniyelerle sınırlı da olsa kesişmesi değil mi? Koskocaman dünyanın bilmem hangi kıtasının bilmem hangi bölgesinde bilmem hangi ülkenin hangi şehrinin bilmem hangi semtinden hangi semtine giden bir yer altı metrosunun bilmem hangi vagonunun hangi koltuk sıralarında karşı karşıya oturanlar. Tesadüfen mi karşılaşıyorlar dersiniz? Hiç zannetmiyorum. Bir açıklaması olmalı. Bu saatlerde Kızılay yönünün Batıkent yönüne oranla daha sakin bir ulaşım talebine sahip olmasına ve yolculuk yapan tiplerin insanlık genel kriterlerinden sapmalar yaşadığını hemen anlayabilmenize rağmen kucağında henüz iki yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim kızıyla beraber benimle aynı saatte aynı yöne aynı vagonda karşı karşıya giden bir anne. Hiç zannetmiyorum, azıcık bile. Bir ders veya bir hikayeyi işaret ediyorlardı bana, bende yazmalıydım o zaman. Burada psikolojik olarak kırılma noktam, içimdeki o tatlı(çok değil) huzuru, birden normal yaşamımdaki sıkıntıların içinde farklılık olarak algılayıp bu huzuru gözyaşlarına dönüşebilecek potansiyele terfi ettirmem sayesinde en ufak şeylerin böyle anlarda bende çok büyük etki yapmasıdır. Bütün bunların sonucunda;


Anneydi o. Gerçek bir anne. Üzerindeki kot yelek ve kot pantolonun dokusundaki yıpranmaya bakılırsa 90 lı yılların modasını bugün bile mecburi devam ettirme çabasıydı. Var gücüyle, yok gücüyle.. Çantasının giydikleriyle uyumsuzluğu aslında kendisinin akşam metrosu içerisindeki heterojen görüntüsünün bütünleşik bir dekoruydu. Farkında değildi. Benim farkımda değildi, diğerlerinin farkında değildi. Elleriyle okşadığı saçların bedenine ait bir çift masmavi göze hapisti bakışları. Özgürlük için hapsolunmuş bakışlar.. Nasıl denizlere, nasıl okyanuslara yelken açıyordu bu mavi gözlerin içinden köpük köpük, belki de dünya üzerinde hiç bulunmayan. Bir tutku bu. Anlamını içinde duyduğu ama hiçbir kelimenin başına konmamış bir tutku. Hiçbirinin yaşamadığı. Anlatamadığı. Her şeye rağmen nefes alıp vermek ve nefes alıp verdirmek zorunda olduğu iki beden. Kendi bedenini çıkarsa bu toplama işleminden geriye yine iki beden kalan bir bedendi diğeri. Sanatseverlerin bütün dünyayı gezip de bulamadıkları o estetiği, cebinde bir otobüs biletine bile yetmeyecek parasıyla, o küçücük ellere, ayaklara ve kaşlara dökülen saçlara bakarak buluyordu. Belki de ödediği bedel paradan daha öte daha ağır bir şeydi? Ne ucuzdu aslında şu dünya, ne kadar da pahalıydı.. Hiçbir zalimliğin gerçekliğine sığdıramayacağı masaldan nehirler sarmıştı kollarına. Evet yalnızlığa terk edilmiş bir masaldı nehirlerden metro vagonuna dökülen. Ya peki kendi bedeni? Ya onun masalı? Kim bilir hangi yüzlerin bakışlarına boyun eğmişti bu asil beden, rutubetli duvarlar arasında nasıl korkulu sabahlara uyanmıştı? Hayat yolculuğu? Ne yolculuğu? Nereye, ne zaman? Ansızın düşüvermişti kucağına hayatın. Mutlu çocukluk, anne, baba, abi, abla, oyuncaklar? Kim onlar? Çok sonra öğrenmiş gibiydi böyle şeylerin gerçeklik payı olduğunu. Hep o düşecek değildi ya elbet bir gün o da alacaktı hayatı kucağına. İşte aldı da. Hayat onun başını okşayarak büyütmedi ama o hayatın başını okşayarak büyütecekti. Başka bir hayat artık var olabilir miydi onun için yavrusundan öte? Zaman geçecek ve tüm ümitler gibi yavrusu büyüyecek ve yıllarca masallara inanmamaya zorlanmış gözleri, bir masalın, bir ümidin gerçek oluşunu seyredecekti. Henüz erken, henüz savaştı. Savaşçı türküleri tükenmedikçe o da söyleyecekti kendi türküsünü. Anneydi o. Gerçek bir anne. İnanmalıydı, bir deniz kadar canlı, bir rüzgar kadar genç olmalıydı ruhu.. Gözüme ilişti sonra. Dönüş saatlerinde rastladığım diğer çocuklu kadınlar gibi kocaman çantaları da yoktu onların. Yedek çorapları, yağmurlukları, kalın örme yelekleri yoktu. Sanki bir şeylerden birilerinden, bir yerlerden kaçıyor gibiydiler, biliyorum ki her nereye gidiyorlarsa bir bekleyenleri de yoktu. Bekleyeni olmayan bir yolculuğa çıkmak.. Limon sarısı ülkeleri asırlık rüyalarından uyandırmak.. Yalnız ve genç bir annenin hayalleri, annesinin gözlerinden başka hiçbir göze bu kadar yakından bakmamış bir kız çocuğunun dünya kadar büyük zannettiği ülkeler.. Birkaç durak sonra kahkahalarla gülmeye başladı çocuk, ve aynı şekilde karşılık verdi anne. Sağıma baktım soluma baktım, rahatsız olan adamlar vardı. Hiç rahatsız olmadım..

Neden Bahçedeki Sandal ?

..Denizde olmam gerekiyor. Deniz benim özgürlüğüm dedi. Boğulmuş bakışlarını köpükten süslerle bezenmiş o masmavi iklime çevirdi. İşte orada dedi, işte deniz. Güneş çam ormanlarının yüreklerinden havaya salınmış ak bir güvercin gibi yükselirken, denize saldığı gümüş parıltılar bir hançer gibi saplanıyordu kupkuru bedenine. Yutkundu sonra. Sırılsıklam olmalıyım dedi. Öyle ıslanmalıyımki üç kat ağırlaşıp bu tutsaklık yükünden kurtulmalıyım. Ruhum yeniden çocuk olmalı ve taze heyecanları beslemeliyim gözlerimin görebildiği bütün çizgisiz ufuklarda. Geriye dönüp sorgulamalıyım kendimi. Esir olduğumun sebebi benmiyim gerçekten? Peki neden? Kendimi güvende hissetmek için bugünümü hapsetmek mi? Birdaha asla.. Fırtınalardan kaçıp burada unutulmak yok.. Yaşamak özgürce, ölmek özgürce..

..Bir çift kürek vardı arkadaşım ve ne zaman sıkılsam bıkıp usanmadan, bana kızmadan deniz deniz gezdiren, küreklerin yorduğu bir insan.O insan dostumdu benim, kürekler sadece arkadaş. Tuzlu ellerini bedenimin kuru yerlerinde dinlendirirdi ne zaman yorulsa küreklerden. Tahtadan değildi onun bedeni. Sıcaktı benden. Zaman geçti nitekim, kaç sefer boyadı beni unuttum. Ne kadar eski kelime varsa bildiğim, ondan öğrendim. Ben susardım, o anlatırdı. Çok hikayesi vardı. Bir keresinde kent çocuklarını anlatmıştı bana hiç deniz görmemiş. Ne kadarda hayret etmiştim. Biraz denize sevdalıydı o biraz bana. Deniz çok cömerttir nitekim hiç kıskanmadım. Zaman geçti diyordum, hemde çok hızlı. Ne zaman çıktım bu yolculuğa ne zaman bitti hiç anlamadım. Alnında çizgiler belirdi önce. Derinleştiler sonra. Elleri buruşmaya başladı, yüzü de. Neden sonra titremeye başladı parmakları. Önce küreklere küstü sonra bana. Bir sabah gelmedi ve birdaha hiç. Bana küstü ama denize hiç küsülür mü?Sordum ona da küsmüş. O sabah denize de merhaba dememiş. Bazı adamlar geldiler sonra beni denizden ayırdılar. Götürüp ağaçların arasında bir bahçeye bıraktılar. Ne kadar yanmıştı canım. Duvarlar vardı önümde sadece göküyüzü gözüküyordu birde pembe zakkumlar. Neden cehennem çiçeği dendiğini o zaman anlamıştım. Nitekim ben çok sıkıldım hem dostumdan, hem denizden ayrı. Bakıyorumda çırılçıplak kalmış bedenim. Bende buruşuyorum galiba. Geçenlerde duydum duvarın arkasından, sanki ben burda değilmişim gibi konuşuyorlardı. Bak bu ölen Rıfat dedenin evi diyorlardı. Birisi satın alıp yıkacakmış.Umrumdaydı.. Ama olurda gelirseniz ağırlarım. O giderken demedi ama ben duman olup ruhumu rüzgara verirken bir hoşçakal derim..

Ayrılık, tutsaklık, fiilsiz cezalar, hatıralar, memleket hasreti, pişmanlıklar, özlemler, yaşanılması imkansız hayatlar, ütopyalar. Hem deniz hem kara. Kader. İşte Bahçedeki Sandal fısıldayıverir hepisini bir bakışta. Bir kere bakarsınız, öyle bir büyüdür ki sarıverir ruhunuzu. Biraz daha yaklaş hikayelerim var der. Oturup dinlemeye başlarsınız, sonra birden sandal kaybolur, yalnızca arzularınız ve hatırlarınızla kalırsınız başbaşa. Evet sandal denizde olmalıdır, biz sandalın içinde, ama sakın üzülmeyin, belkide deniz bahçenin içindedir kim bilebilir? Hadi oturun ve ona kulak verin. Ne anlatıyor dinleyin..