Çiçekler, Kuşlar Ve Somurtkanlar

Aralık ayının bir çarşamba gününde, havanın hala bu kadar ılık ve gökyüzünün bu kadar açık oluşu çok rastlanır bir şey değildi doğrusu. Yazdan kalma kurumuş otlar karşıdaki yamacımsı bölgenin çıplaklığını saklıyordu. Toprak hafif nemliydi ve yağmur suyundan kalma bataklıklar küçük küçük rutubetli çimenlikler bırakmıştı sağda solda. Küçükken ilkbahar geldiğinde çıkan çimenlikleri çölün ortasındaki ormanlara, böcekleri de ormanda yaşayan kabilelere benzetirdi. Zaten o zamanlardan sonra hiç bu kadar yükseğe çıkmadı ve çölün ortasında kalmış ormancıklar görmedi. Belgesellerde de rastlamadı. Aslında o kadar da mümkün olmayan bir şey değildi bu. İnsanlar isteseler pekala çimenlere benzeyen binalar yapabilirlerdi ve bizde küçücük böcekler gibi olabilirdik. Belki o zaman böcekleri ve çimenleri gerçekten anlayabilirdik. Sonra çimenliğin hemen bir metre yanında tek başına kalmış sarı kır çiçeğini fark etti. Dizlerinin üzerine çömeldi ve beşgen görünümündeki taç yapraklarına yakından bakmak istedi. Solgunlardı. Gece düşen kırağının buna etkisi çok büyüktür fakat hava yeterince soğuk zaten böyle bir çiçek için diye düşündü. Mevsimine ait olmayan ruhların da yaşayacağı büyük bir yıpranıştan başka bir şey değildi yani çiçeğin yapraklarındaki bu solgunluk. Bozkıra işte bu yüzden tutkundu. Her şey ona kendisini hatırlatıyordu. Tam bu sırada çiçeğin üzerinden bir gölge geçti. Başını güneşten tarafa kaldırıp bakmak isterken, bir saksağan kuşu sorti yaparak hemen önüne kondu. Yolun kenarındaki çeşmenin arkasında bulunan, yaprakları dökülmüş büyük çınara tüneyen kuşlardan olmalıydı. Zaten gerisi ufka kadar uzanan çıplak sarı araziden ibaretti. Artık çiçek ve saksağan aynı kadraja giriyordu. Ama çok ilginçti, saksağan gibi yabani bir kuş normalde bu kadar yakına konmazdı. Bir an için dizlerinin üzerine çökük ve çiçeğin üzerine kapanmış bir vaziyette olduğundan, kuş kendisini duran bir cisme ya da küçük bir ağaca benzetmiş olmalıydı. O zaman hiç kıpırdamamalıydı. Gözlerinin kadrajına tesadüfen aynı anda giren bu iki canlı, hem fiziksel olarak hem de duygusal olarak müthiş güzellikte kontrastlar oluşturuyordu aklının içinde. Birisi mevsimsiz bir tutsaklıkla çürüyüp giderken, diğeri özgürlüğün tadını masmavi göklerde rüzgarlara karşı havada asılı durarak çıkarabiliyordu. Kendi ruhunu saksağan olması gereken sarı bir kır çiçeğine benzetti şimdi. Fakat bu kadraj içinde tersten düşünülmesi gereken, belki de tek avuntusu olabilecek bir gerçek daha vardı. Kır çiçeği, çiçek olmanın, toprağa bağlı bir tutsak olmanın anlamını çok iyi biliyor fakat saksağan kuşu uçmanın anlamını, özgürlüğün tadını çiçek kadar bilmiyordu. Çiçeğin ruhu sanki şöyle seslendi bir an: “Şimdi, şu anda şuracıkta ölüyor da olsam, çiçek olmadan kuş olmak istemem.”, ve çiçek haklıydı çünkü kendi ruhu da aynı şeyleri söylüyordu. Yoksa mavilerle kucaklaşmanın ne anlamı vardı? Çiçek bunu biliyordu çünkü, acı çekmek ruhu yüceltiyor, dünyayı anlamamızı sağlıyor, gizemli duyguların kapılarının anahtarlarını elinde taşıyordu. Çünkü acı çekmek dünyadaki tek gerçek olan şeydi. Acı çekerken ruhlar yalancı sebeplere bağlanamazlar ve gösteriş yapamazlardı. Kahkahanın arkasında bir aldatmaca, kişisel bir politikanın yozlaşmış sebepleri olabilirken ve kahkaha az bir şey zorlanarak yapmacık şekilde atılabilirken, acı, böyle bir yoldan ve arkasında böyle yalancı sebepler taşıyarak çekilemezdi. Acının varoluş sebebi gerçekti ve acı çekerek gerçeklerin farkına varmak gerekti. Sonra dikkati dağıldı ve toprağa baktığını fark etti. Bir çiçeğin ve bir kuşun varoluşunun arkasında böyle anlamların saklı olduğunu ancak çekilen acılar fark ettirebilirdi. Zaten dünya üzerinde gerçek bir kural olarak yaşamaya devam edecek olan şeylerden bir tanesi de buydu; her küçük şey, kendinden daha büyük şeylere anlam veriyor, fiziksel olarak görünüşünün yanında çok daha başka ve çok daha anlamsal tablolar çiziyordu. Ama bakmasını bilene. Sonra her şey bu döngünün içine girerek büyüyor, bir sonraki manalara ve fiziksel varoluşlara kendini adıyordu. Bu döngünün son bulduğu yer ise insan ruhu oluyordu. Yani ekosistem bütün varlığını insan ruhu için feda ediyor, insan ruhunu besliyordu. Bütün manalar burada anlam buluyor, bütün çiçeklerin renkleri, kuşların kanatları, meyvelerin kokuları, suların berraklığı ancak insan ruhunda hakkettiği gibi anlaşılabiliyor, gerçek güzelliğine bürünebiliyordu. Dokunabildiğimiz dünyanın duygularımıza olan etkisi gerçekten çok büyük ve çok tuhaftı. Aslında imge kavramının altına gömülen şeylerin çoğu da bunlardan ibaretti. Duyguları anlatmanın tek yolu onlarla bağlantıya geçmek ve onları kullanarak asıl atmosferi yakalamaktı. Bu tekerleğin icat edilmesi gibi olağan bir süreçti. Başlangıçta nasılsa sonra da değişmeyerek aynı kalan ve o harekete ihtiyaç duyan bütün mucitlerin alıp kullanmak zorunda olduğu en temel bir varoluş şekliydi. Yüzyıllar önce nasılsa, yüzyıllar sonra da kara üzerinde ilerlemek isteyenlerin kullanmaya muhtaç olduğu şeydi. Niteliği değişse bile şekli hiç değişmeyen. İşte anlatılmak istenilen şeyde duygular, hisler ve elle tutulamayan ne varsa, dünyayla temas kurularak anlatılmak zorundaydı. Başka bir yolu ve şekli yoktu. Mesela ruhun özgürlüğü kavramı kuşlar olmadan, gökyüzü ve bulutlar olmadan anlatılamazdı. İşte gerçek imgeler bunlardı. Nasıl ki her anın bir müziği olabiliyorsa, tersinden düşünüldüğü zaman, her hikayenin de bir imgesi olmalıydı. Dünya var oldukça şairler ve yazarlar onlara ihtiyaç duyacaklardı. Onlardan vazgeçmek, anlatılanın özünden vazgeçmek demekti. Bütün çiçek isimleri ve bütün kuş isimleri. Aslında betimlemeler edebiyatın bir süsü olarak değil, özü olarak görülmeliydi. Betimlemelerde her imgenin anlattığı bir anlam mutlaka vardı. Bunu anlamanın yolu çok basitti. Ruhunu dünyaya açmak ve daha iyimser olmaktı. İşte bu noktada da kendi kendine “somurtkanlar” olarak tanımladığı insanlar ortaya çıkıyordu. Betimlemeleri ya tümden gereksiz olarak gören ya da anlayabildikleri kısımdan sonrasını gereksiz olarak niteleyen insanlardı bunlar. Fakat betimlemelerde kullanılan nesneler dünyanın varoluşuyla alakalıydı ve insanoğlu bunların varoluş şekillerine karar veremedikçe onları yargılamamalı ve gereksiz ya da klişe olarak görmemeliydi. Zaten onlara göre betimleme kullanılan anlatım şekilleri fazla dramatik ve gereğinden fazla süslüydü. Düşündükleri şey onlara mahrumiyetten başka bir şey getirmezdi. Sonuçta imgeler duygulara yol buluyordu ve duygunun klişesi olamazdı. Bu abartılmış bir muhalefet sisteminden başka bir şey olamazdı. Eğer bir insanın daha önce başkaları tarafından yaşanmış olsa da, kendinden bir şeylere ait bir hikayesi varsa oturup onu yazmalı ve anlatmalıydı.Fakat maalesef “sembolik etkileşim”ciler yine haklı çıkıyordu ve insanların cesareti yine insanlar tarafından kırılıyordu. “Somurtkan”lar yine kaybediyordu. Çiçekler, kuşlar ve somurtkanlar. Çok zor değildi ki. Artık barışmalıydılar. Sonra ayaklarının uyuşmuş olduğunu fark etti ve pozisyonunu hafifçe değiştirmek isterken kontrolünü kayberek sağa doğru sendeledi. Saksağan irkildi. Kanatlandı ve bir anda uzaklaşıverdi. Gözleriyle saksağanı takip etti fakat o büyük çınara tüneyen kuşlardan değildi, şaşırdı. Cebinden çakısını çıkardı, toprağa sapladı ve daire çizerek sarı kır çiçeğini köklerini de içine alacak şekilde, toprağıyla beraber söktü. Çakısını toplayarak tekrar cebine koydu. Çiçeği ellerinin arasına alarak evin yolunu tuttu. Çiçek bunu çoktan hak etmişti.

1 yorum: