Serin bir akşamüstüydü, ilkbahardı. İçimde o tek mevsimlik ilkbahar huzuru. Isıtan güneş, daha ince giysiler, meyve çiçekleri. Artık geceleri de havanın soğuk olmayacağı günlerin beni beklemesi heyecanı. Hani mutlu olduğunuz bir zamanda hemen arkasından o mutluluğu bozacak bir şeyin olduğunu bilmenizle, elinizdeki o zavallı mutlu dakikaları da alıp götüren bir şeyden bahsetmiyorum. Arkası yaz mevsimi olan bir akşamüstünden bahsediyorum. Havanın kararmasının uzamaya başladığı günlerdi demek istiyorum. Mutlu olmuştum işte, ne zaman ilkbahar olsa hep aynı kıpırtılar olur içimde. Neyse nihayet metro istasyonuna girdim. Birkaç dakikalık bu “metro sessizliği” bekleyişinden sonra şiddeti gittikçe artan tren rüzgarı yüzüme vurmaya başlayınca, yaslandığım süs taşlarıyla kaplanmış duvardan doğruldum. Eline sevgili eli değen bir çocuğun kalbi gibi aydınlandı bekleyişte olanların yüzleri, trenin sarı ışıklarından. Belki benim yüzümü de başka bir insan başka bir şekilde görmüştür bilmiyorum. Önümden geçen vagonların penceresinden bakan birisi mesela? Neden olmasın. Ben onları öyle görüvermiştim ya bir anda. Önemli olan hayatlarımızın saniyelerle sınırlı da olsa kesişmesi değil mi? Koskocaman dünyanın bilmem hangi kıtasının bilmem hangi bölgesinde bilmem hangi ülkenin hangi şehrinin bilmem hangi semtinden hangi semtine giden bir yer altı metrosunun bilmem hangi vagonunun hangi koltuk sıralarında karşı karşıya oturanlar. Tesadüfen mi karşılaşıyorlar dersiniz? Hiç zannetmiyorum. Bir açıklaması olmalı. Bu saatlerde Kızılay yönünün Batıkent yönüne oranla daha sakin bir ulaşım talebine sahip olmasına ve yolculuk yapan tiplerin insanlık genel kriterlerinden sapmalar yaşadığını hemen anlayabilmenize rağmen kucağında henüz iki yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim kızıyla beraber benimle aynı saatte aynı yöne aynı vagonda karşı karşıya giden bir anne. Hiç zannetmiyorum, azıcık bile. Bir ders veya bir hikayeyi işaret ediyorlardı bana, bende yazmalıydım o zaman. Burada psikolojik olarak kırılma noktam, içimdeki o tatlı(çok değil) huzuru, birden normal yaşamımdaki sıkıntıların içinde farklılık olarak algılayıp bu huzuru gözyaşlarına dönüşebilecek potansiyele terfi ettirmem sayesinde en ufak şeylerin böyle anlarda bende çok büyük etki yapmasıdır. Bütün bunların sonucunda;
Anneydi o. Gerçek bir anne. Üzerindeki kot yelek ve kot pantolonun dokusundaki yıpranmaya bakılırsa 90 lı yılların modasını bugün bile mecburi devam ettirme çabasıydı. Var gücüyle, yok gücüyle.. Çantasının giydikleriyle uyumsuzluğu aslında kendisinin akşam metrosu içerisindeki heterojen görüntüsünün bütünleşik bir dekoruydu. Farkında değildi. Benim farkımda değildi, diğerlerinin farkında değildi. Elleriyle okşadığı saçların bedenine ait bir çift masmavi göze hapisti bakışları. Özgürlük için hapsolunmuş bakışlar.. Nasıl denizlere, nasıl okyanuslara yelken açıyordu bu mavi gözlerin içinden köpük köpük, belki de dünya üzerinde hiç bulunmayan. Bir tutku bu. Anlamını içinde duyduğu ama hiçbir kelimenin başına konmamış bir tutku. Hiçbirinin yaşamadığı. Anlatamadığı. Her şeye rağmen nefes alıp vermek ve nefes alıp verdirmek zorunda olduğu iki beden. Kendi bedenini çıkarsa bu toplama işleminden geriye yine iki beden kalan bir bedendi diğeri. Sanatseverlerin bütün dünyayı gezip de bulamadıkları o estetiği, cebinde bir otobüs biletine bile yetmeyecek parasıyla, o küçücük ellere, ayaklara ve kaşlara dökülen saçlara bakarak buluyordu. Belki de ödediği bedel paradan daha öte daha ağır bir şeydi? Ne ucuzdu aslında şu dünya, ne kadar da pahalıydı.. Hiçbir zalimliğin gerçekliğine sığdıramayacağı masaldan nehirler sarmıştı kollarına. Evet yalnızlığa terk edilmiş bir masaldı nehirlerden metro vagonuna dökülen. Ya peki kendi bedeni? Ya onun masalı? Kim bilir hangi yüzlerin bakışlarına boyun eğmişti bu asil beden, rutubetli duvarlar arasında nasıl korkulu sabahlara uyanmıştı? Hayat yolculuğu? Ne yolculuğu? Nereye, ne zaman? Ansızın düşüvermişti kucağına hayatın. Mutlu çocukluk, anne, baba, abi, abla, oyuncaklar? Kim onlar? Çok sonra öğrenmiş gibiydi böyle şeylerin gerçeklik payı olduğunu. Hep o düşecek değildi ya elbet bir gün o da alacaktı hayatı kucağına. İşte aldı da. Hayat onun başını okşayarak büyütmedi ama o hayatın başını okşayarak büyütecekti. Başka bir hayat artık var olabilir miydi onun için yavrusundan öte? Zaman geçecek ve tüm ümitler gibi yavrusu büyüyecek ve yıllarca masallara inanmamaya zorlanmış gözleri, bir masalın, bir ümidin gerçek oluşunu seyredecekti. Henüz erken, henüz savaştı. Savaşçı türküleri tükenmedikçe o da söyleyecekti kendi türküsünü. Anneydi o. Gerçek bir anne. İnanmalıydı, bir deniz kadar canlı, bir rüzgar kadar genç olmalıydı ruhu.. Gözüme ilişti sonra. Dönüş saatlerinde rastladığım diğer çocuklu kadınlar gibi kocaman çantaları da yoktu onların. Yedek çorapları, yağmurlukları, kalın örme yelekleri yoktu. Sanki bir şeylerden birilerinden, bir yerlerden kaçıyor gibiydiler, biliyorum ki her nereye gidiyorlarsa bir bekleyenleri de yoktu. Bekleyeni olmayan bir yolculuğa çıkmak.. Limon sarısı ülkeleri asırlık rüyalarından uyandırmak.. Yalnız ve genç bir annenin hayalleri, annesinin gözlerinden başka hiçbir göze bu kadar yakından bakmamış bir kız çocuğunun dünya kadar büyük zannettiği ülkeler.. Birkaç durak sonra kahkahalarla gülmeye başladı çocuk, ve aynı şekilde karşılık verdi anne. Sağıma baktım soluma baktım, rahatsız olan adamlar vardı. Hiç rahatsız olmadım..
Blog Arşivi
Blog Hakkında
İçimden gelenleri yazmaya çalışıyorum. Okumaya değer bulanlara teşekkür ederim..
Profilim: Buraya Tıklayın
Profilim: Buraya Tıklayın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder