Uyanırken

Gözlerini açtığında, sunta komidinin yumusatılmış köşelerini birbirine bağlayan plastik kahverengi kaplamalarla bakışırken buldu kendini. Ne kadar da güzellerdi. Eğer bu komidin dünya olsaydı, bu kaplamalar da kutup enlemleri olabilirdi. Sonra dikkatlice tekrar baktı. Sanki dikine kesilen yaşlı bir ağacın çizgilerini taklit eden dokusuyla şehirler arası yollara benziyorlardı. Şehirler arası yolları ve uzun yolculukları çok seviyordu. Özellikle bozkırın büyük ovalarını kesen ip gibi düzgün yollara bayılıyordu. Çünkü buralarda çok uzakları görerek derin hayallerini somut bir manzarayla bütünleştirebiliyordu. Hem bozkır yalnızdı, yalındı ve yalansızdı. Görünen neyse var olan da oydu. Ufuk çizgisi bıçak gibi keskin olurdu bu yolculuklarda. Belli ki bu keskinliğin gerçekten bir anlamı vardı, belki de binlerce yıl boyunca savaşların buralarda yapılması ve her savaşın sonunda insanoğlunun bu topraklara hediye ettiği kan ve cansız bedenlerle bozkırın kalbini kırması, ona bu keskin yüz ifadesini kazandırmıştı. Baharlarda gelincikler bu yüzden kırmızı açıyor olmalıydı. Ama yine de bozkırın bu yüzü bir bakıma içini umutlarla dolduruyor, arkasında var olduğunu hayal ettiği dünyalar hakkında ütopyalar uydurmasına yardımcı oluyordu. Ve bu keskinlik onları gerçekten varmış gibi gösteriyordu. İnsanlar savaşlarda değil yataklarda ölüyor ve gelincikler kırmızıdan başka renklerle de açıyordu. Birden dikkati dağıldı. Ölümü hatırlatan şeyleri düşünmenin dikkat dağıtıcı korkusuyla hafifçe irkildi ve bütün düşündüklerini unutuverdi. Bütün olağanlığına ve hayatın içinden olmasına karşılık ne kadar da tuhaftı şu ölüm. Uyumak gibi birşey heralde diye düşündü ama rüya görüp göremeyeceği konusunda emin değildi. Belki de karanlık bir odaya girmek gibiydi. Doğduğu günden önce bu evrende olmadığı gibi öldüğü günden sonra da bu evrende olmayacaktı. İşte bu kadar basitti. Sadece ölüm anına ilişkin korkuları vardı ama bunu da daha önce girdiği birkaç ameliyata benzetti. Her ameliyat bittiğinde, geride bıraktığı tedirginlikleri ve korkuları hakkında hiçbirşey anımsayamıyordu. Olup bitiveriyordu. Bütün kötü şeyler anlık yaşanır ve çabuk unutulurdu zaten. Buna yürekten inanıyordu. Ölüm de böyle olacaktı. Aniden gelecek, biraz korkutacak ama sonunda bitecek ve ölmüş olacaktı. Öldükten sonra hiçbir şeyden haberi olmayacaktı. Zaten bilmenin laneti denilen kafa karıştırıcı durumlarda bulunmak istemezdi. Çoğu şeye kayıtsız kalışını da bununla açıklayabilirdi. Aslında şöyle etraflıca düşündüğü zaman hayatı kafasının içinde üçgen bir görünüm kazanan bu üç konu üzerinde duruyor gibiydi; ölmek kavramı, bilmenin laneti ve insanlığın kendi beyniyle kurduğu sistemin devamı için verdiği otorite mücadelesi. Peygamberler, filozoflar ve komutanlar. Savaşların, polislerin, büyük meydanlardaki halk hareketlerinin, siyaset üzerine teoriler geliştirmek için ömrünü harcayanların, yazdığı bir şiir yüzünden çöp gemilerinde mülteci olup okyanus geçenlerin, inandığı bir değer için diri diri yanmaktan korkmayanların hikayelerinde hep bu üç şey vardı. Evet onların içi boş kahramanlıklarının ardında ölümü düşünmemeleri, bilginin lanet getireceğinin farkında varamamaları ve siyasal güce sahip olma isteklerinin saçma bir sistemi devam ettirmek için önlerine atılan bir yem olduğunu görememeleri vardı. Onlar için insan hayatını ucuz olmaktan kurtaran şey yüce bir dava uğruna ölmekti! Güldü. İşte uyuşturucu gibi bir cümle diye düşündü. Kahramanlıklarının içi bu yüzden boştu işte. Gözleri yatağının yanından geçen krem rengi kalorifer borusunun dökülen boyalarına takıldı. Sol elinin parmaklarını borunun üzerinde gezdirerek kalan küçük parçaları bulmaya çalıştı. Fakat sıcaktı, vazgeçti. Çocukken bunu çok yapardı. Ne güzel şeydi şu çocuk olmak. Gözlerin sadece olanı görmesi ne kadar da güzeldi. Bir yolculuğu düşündükleri zaman savaşları anımsamazdı çocuklar. Bilmek istedikleri şey sadece zevk aldıkları şeydi. Dünyaya egemen olmak istemezlerdi. Aslında herşey insanın seçtikleri ve tüketmekten zevk aldıklarıyla alakalıydı. Doğru olanı seçmek için doğru şeyleri tükettiğinde ancak bunun ayrımına varabilir ve "yüce bir dava uğruna ölündüğünde insan ruhunun yüceldiği" tezinin ne kadar saçma olduğunu anlayabilirdi. Hayatı anlamanın ciddileşip surat asmak olmadığı, aslında hayatı gerçekten anlamanın insana tatlı bir ukalalık kazandıracağını işte o zaman anlayabilirdi. Peki tüketilecek olan doğru şeyler ve ulaşılacak olan doğrular neydi? Hani dünyada kesin doğrular yoktu, olamazdı? Hani sosyologlar ve psikoanalizciler bu yüzden çuvallıyordu? Evet emin olmak istediği de tam olarak buydu zaten. İyi ki bu soruyu kendine sormuştu. Çünkü artık emindi, evrende doğru olan düşünceler herkese göre farklıydı. O doğruyu bulmanın tek yolunun da içindeki sesi dinlemek olduğunu düşündü. Alarmı çalmaya başladı. Beyaz çarşafını belinden sıyırarak yatağın köşesine oturdu. Alarmı çalmadan önce uyanmaya bayılıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder