Kasım




Fotoğrafların orjinallerini isterseniz isorak288@hotmail.com'a mail atabilirsiniz.

Uyanırken

Gözlerini açtığında, sunta komidinin yumusatılmış köşelerini birbirine bağlayan plastik kahverengi kaplamalarla bakışırken buldu kendini. Ne kadar da güzellerdi. Eğer bu komidin dünya olsaydı, bu kaplamalar da kutup enlemleri olabilirdi. Sonra dikkatlice tekrar baktı. Sanki dikine kesilen yaşlı bir ağacın çizgilerini taklit eden dokusuyla şehirler arası yollara benziyorlardı. Şehirler arası yolları ve uzun yolculukları çok seviyordu. Özellikle bozkırın büyük ovalarını kesen ip gibi düzgün yollara bayılıyordu. Çünkü buralarda çok uzakları görerek derin hayallerini somut bir manzarayla bütünleştirebiliyordu. Hem bozkır yalnızdı, yalındı ve yalansızdı. Görünen neyse var olan da oydu. Ufuk çizgisi bıçak gibi keskin olurdu bu yolculuklarda. Belli ki bu keskinliğin gerçekten bir anlamı vardı, belki de binlerce yıl boyunca savaşların buralarda yapılması ve her savaşın sonunda insanoğlunun bu topraklara hediye ettiği kan ve cansız bedenlerle bozkırın kalbini kırması, ona bu keskin yüz ifadesini kazandırmıştı. Baharlarda gelincikler bu yüzden kırmızı açıyor olmalıydı. Ama yine de bozkırın bu yüzü bir bakıma içini umutlarla dolduruyor, arkasında var olduğunu hayal ettiği dünyalar hakkında ütopyalar uydurmasına yardımcı oluyordu. Ve bu keskinlik onları gerçekten varmış gibi gösteriyordu. İnsanlar savaşlarda değil yataklarda ölüyor ve gelincikler kırmızıdan başka renklerle de açıyordu. Birden dikkati dağıldı. Ölümü hatırlatan şeyleri düşünmenin dikkat dağıtıcı korkusuyla hafifçe irkildi ve bütün düşündüklerini unutuverdi. Bütün olağanlığına ve hayatın içinden olmasına karşılık ne kadar da tuhaftı şu ölüm. Uyumak gibi birşey heralde diye düşündü ama rüya görüp göremeyeceği konusunda emin değildi. Belki de karanlık bir odaya girmek gibiydi. Doğduğu günden önce bu evrende olmadığı gibi öldüğü günden sonra da bu evrende olmayacaktı. İşte bu kadar basitti. Sadece ölüm anına ilişkin korkuları vardı ama bunu da daha önce girdiği birkaç ameliyata benzetti. Her ameliyat bittiğinde, geride bıraktığı tedirginlikleri ve korkuları hakkında hiçbirşey anımsayamıyordu. Olup bitiveriyordu. Bütün kötü şeyler anlık yaşanır ve çabuk unutulurdu zaten. Buna yürekten inanıyordu. Ölüm de böyle olacaktı. Aniden gelecek, biraz korkutacak ama sonunda bitecek ve ölmüş olacaktı. Öldükten sonra hiçbir şeyden haberi olmayacaktı. Zaten bilmenin laneti denilen kafa karıştırıcı durumlarda bulunmak istemezdi. Çoğu şeye kayıtsız kalışını da bununla açıklayabilirdi. Aslında şöyle etraflıca düşündüğü zaman hayatı kafasının içinde üçgen bir görünüm kazanan bu üç konu üzerinde duruyor gibiydi; ölmek kavramı, bilmenin laneti ve insanlığın kendi beyniyle kurduğu sistemin devamı için verdiği otorite mücadelesi. Peygamberler, filozoflar ve komutanlar. Savaşların, polislerin, büyük meydanlardaki halk hareketlerinin, siyaset üzerine teoriler geliştirmek için ömrünü harcayanların, yazdığı bir şiir yüzünden çöp gemilerinde mülteci olup okyanus geçenlerin, inandığı bir değer için diri diri yanmaktan korkmayanların hikayelerinde hep bu üç şey vardı. Evet onların içi boş kahramanlıklarının ardında ölümü düşünmemeleri, bilginin lanet getireceğinin farkında varamamaları ve siyasal güce sahip olma isteklerinin saçma bir sistemi devam ettirmek için önlerine atılan bir yem olduğunu görememeleri vardı. Onlar için insan hayatını ucuz olmaktan kurtaran şey yüce bir dava uğruna ölmekti! Güldü. İşte uyuşturucu gibi bir cümle diye düşündü. Kahramanlıklarının içi bu yüzden boştu işte. Gözleri yatağının yanından geçen krem rengi kalorifer borusunun dökülen boyalarına takıldı. Sol elinin parmaklarını borunun üzerinde gezdirerek kalan küçük parçaları bulmaya çalıştı. Fakat sıcaktı, vazgeçti. Çocukken bunu çok yapardı. Ne güzel şeydi şu çocuk olmak. Gözlerin sadece olanı görmesi ne kadar da güzeldi. Bir yolculuğu düşündükleri zaman savaşları anımsamazdı çocuklar. Bilmek istedikleri şey sadece zevk aldıkları şeydi. Dünyaya egemen olmak istemezlerdi. Aslında herşey insanın seçtikleri ve tüketmekten zevk aldıklarıyla alakalıydı. Doğru olanı seçmek için doğru şeyleri tükettiğinde ancak bunun ayrımına varabilir ve "yüce bir dava uğruna ölündüğünde insan ruhunun yüceldiği" tezinin ne kadar saçma olduğunu anlayabilirdi. Hayatı anlamanın ciddileşip surat asmak olmadığı, aslında hayatı gerçekten anlamanın insana tatlı bir ukalalık kazandıracağını işte o zaman anlayabilirdi. Peki tüketilecek olan doğru şeyler ve ulaşılacak olan doğrular neydi? Hani dünyada kesin doğrular yoktu, olamazdı? Hani sosyologlar ve psikoanalizciler bu yüzden çuvallıyordu? Evet emin olmak istediği de tam olarak buydu zaten. İyi ki bu soruyu kendine sormuştu. Çünkü artık emindi, evrende doğru olan düşünceler herkese göre farklıydı. O doğruyu bulmanın tek yolunun da içindeki sesi dinlemek olduğunu düşündü. Alarmı çalmaya başladı. Beyaz çarşafını belinden sıyırarak yatağın köşesine oturdu. Alarmı çalmadan önce uyanmaya bayılıyordu.

Akşam Metrosunda Bir Anne

Serin bir akşamüstüydü, ilkbahardı. İçimde o tek mevsimlik ilkbahar huzuru. Isıtan güneş, daha ince giysiler, meyve çiçekleri. Artık geceleri de havanın soğuk olmayacağı günlerin beni beklemesi heyecanı. Hani mutlu olduğunuz bir zamanda hemen arkasından o mutluluğu bozacak bir şeyin olduğunu bilmenizle, elinizdeki o zavallı mutlu dakikaları da alıp götüren bir şeyden bahsetmiyorum. Arkası yaz mevsimi olan bir akşamüstünden bahsediyorum. Havanın kararmasının uzamaya başladığı günlerdi demek istiyorum. Mutlu olmuştum işte, ne zaman ilkbahar olsa hep aynı kıpırtılar olur içimde. Neyse nihayet metro istasyonuna girdim. Birkaç dakikalık bu “metro sessizliği” bekleyişinden sonra şiddeti gittikçe artan tren rüzgarı yüzüme vurmaya başlayınca, yaslandığım süs taşlarıyla kaplanmış duvardan doğruldum. Eline sevgili eli değen bir çocuğun kalbi gibi aydınlandı bekleyişte olanların yüzleri, trenin sarı ışıklarından. Belki benim yüzümü de başka bir insan başka bir şekilde görmüştür bilmiyorum. Önümden geçen vagonların penceresinden bakan birisi mesela? Neden olmasın. Ben onları öyle görüvermiştim ya bir anda. Önemli olan hayatlarımızın saniyelerle sınırlı da olsa kesişmesi değil mi? Koskocaman dünyanın bilmem hangi kıtasının bilmem hangi bölgesinde bilmem hangi ülkenin hangi şehrinin bilmem hangi semtinden hangi semtine giden bir yer altı metrosunun bilmem hangi vagonunun hangi koltuk sıralarında karşı karşıya oturanlar. Tesadüfen mi karşılaşıyorlar dersiniz? Hiç zannetmiyorum. Bir açıklaması olmalı. Bu saatlerde Kızılay yönünün Batıkent yönüne oranla daha sakin bir ulaşım talebine sahip olmasına ve yolculuk yapan tiplerin insanlık genel kriterlerinden sapmalar yaşadığını hemen anlayabilmenize rağmen kucağında henüz iki yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim kızıyla beraber benimle aynı saatte aynı yöne aynı vagonda karşı karşıya giden bir anne. Hiç zannetmiyorum, azıcık bile. Bir ders veya bir hikayeyi işaret ediyorlardı bana, bende yazmalıydım o zaman. Burada psikolojik olarak kırılma noktam, içimdeki o tatlı(çok değil) huzuru, birden normal yaşamımdaki sıkıntıların içinde farklılık olarak algılayıp bu huzuru gözyaşlarına dönüşebilecek potansiyele terfi ettirmem sayesinde en ufak şeylerin böyle anlarda bende çok büyük etki yapmasıdır. Bütün bunların sonucunda;


Anneydi o. Gerçek bir anne. Üzerindeki kot yelek ve kot pantolonun dokusundaki yıpranmaya bakılırsa 90 lı yılların modasını bugün bile mecburi devam ettirme çabasıydı. Var gücüyle, yok gücüyle.. Çantasının giydikleriyle uyumsuzluğu aslında kendisinin akşam metrosu içerisindeki heterojen görüntüsünün bütünleşik bir dekoruydu. Farkında değildi. Benim farkımda değildi, diğerlerinin farkında değildi. Elleriyle okşadığı saçların bedenine ait bir çift masmavi göze hapisti bakışları. Özgürlük için hapsolunmuş bakışlar.. Nasıl denizlere, nasıl okyanuslara yelken açıyordu bu mavi gözlerin içinden köpük köpük, belki de dünya üzerinde hiç bulunmayan. Bir tutku bu. Anlamını içinde duyduğu ama hiçbir kelimenin başına konmamış bir tutku. Hiçbirinin yaşamadığı. Anlatamadığı. Her şeye rağmen nefes alıp vermek ve nefes alıp verdirmek zorunda olduğu iki beden. Kendi bedenini çıkarsa bu toplama işleminden geriye yine iki beden kalan bir bedendi diğeri. Sanatseverlerin bütün dünyayı gezip de bulamadıkları o estetiği, cebinde bir otobüs biletine bile yetmeyecek parasıyla, o küçücük ellere, ayaklara ve kaşlara dökülen saçlara bakarak buluyordu. Belki de ödediği bedel paradan daha öte daha ağır bir şeydi? Ne ucuzdu aslında şu dünya, ne kadar da pahalıydı.. Hiçbir zalimliğin gerçekliğine sığdıramayacağı masaldan nehirler sarmıştı kollarına. Evet yalnızlığa terk edilmiş bir masaldı nehirlerden metro vagonuna dökülen. Ya peki kendi bedeni? Ya onun masalı? Kim bilir hangi yüzlerin bakışlarına boyun eğmişti bu asil beden, rutubetli duvarlar arasında nasıl korkulu sabahlara uyanmıştı? Hayat yolculuğu? Ne yolculuğu? Nereye, ne zaman? Ansızın düşüvermişti kucağına hayatın. Mutlu çocukluk, anne, baba, abi, abla, oyuncaklar? Kim onlar? Çok sonra öğrenmiş gibiydi böyle şeylerin gerçeklik payı olduğunu. Hep o düşecek değildi ya elbet bir gün o da alacaktı hayatı kucağına. İşte aldı da. Hayat onun başını okşayarak büyütmedi ama o hayatın başını okşayarak büyütecekti. Başka bir hayat artık var olabilir miydi onun için yavrusundan öte? Zaman geçecek ve tüm ümitler gibi yavrusu büyüyecek ve yıllarca masallara inanmamaya zorlanmış gözleri, bir masalın, bir ümidin gerçek oluşunu seyredecekti. Henüz erken, henüz savaştı. Savaşçı türküleri tükenmedikçe o da söyleyecekti kendi türküsünü. Anneydi o. Gerçek bir anne. İnanmalıydı, bir deniz kadar canlı, bir rüzgar kadar genç olmalıydı ruhu.. Gözüme ilişti sonra. Dönüş saatlerinde rastladığım diğer çocuklu kadınlar gibi kocaman çantaları da yoktu onların. Yedek çorapları, yağmurlukları, kalın örme yelekleri yoktu. Sanki bir şeylerden birilerinden, bir yerlerden kaçıyor gibiydiler, biliyorum ki her nereye gidiyorlarsa bir bekleyenleri de yoktu. Bekleyeni olmayan bir yolculuğa çıkmak.. Limon sarısı ülkeleri asırlık rüyalarından uyandırmak.. Yalnız ve genç bir annenin hayalleri, annesinin gözlerinden başka hiçbir göze bu kadar yakından bakmamış bir kız çocuğunun dünya kadar büyük zannettiği ülkeler.. Birkaç durak sonra kahkahalarla gülmeye başladı çocuk, ve aynı şekilde karşılık verdi anne. Sağıma baktım soluma baktım, rahatsız olan adamlar vardı. Hiç rahatsız olmadım..

Neden Bahçedeki Sandal ?

..Denizde olmam gerekiyor. Deniz benim özgürlüğüm dedi. Boğulmuş bakışlarını köpükten süslerle bezenmiş o masmavi iklime çevirdi. İşte orada dedi, işte deniz. Güneş çam ormanlarının yüreklerinden havaya salınmış ak bir güvercin gibi yükselirken, denize saldığı gümüş parıltılar bir hançer gibi saplanıyordu kupkuru bedenine. Yutkundu sonra. Sırılsıklam olmalıyım dedi. Öyle ıslanmalıyımki üç kat ağırlaşıp bu tutsaklık yükünden kurtulmalıyım. Ruhum yeniden çocuk olmalı ve taze heyecanları beslemeliyim gözlerimin görebildiği bütün çizgisiz ufuklarda. Geriye dönüp sorgulamalıyım kendimi. Esir olduğumun sebebi benmiyim gerçekten? Peki neden? Kendimi güvende hissetmek için bugünümü hapsetmek mi? Birdaha asla.. Fırtınalardan kaçıp burada unutulmak yok.. Yaşamak özgürce, ölmek özgürce..

..Bir çift kürek vardı arkadaşım ve ne zaman sıkılsam bıkıp usanmadan, bana kızmadan deniz deniz gezdiren, küreklerin yorduğu bir insan.O insan dostumdu benim, kürekler sadece arkadaş. Tuzlu ellerini bedenimin kuru yerlerinde dinlendirirdi ne zaman yorulsa küreklerden. Tahtadan değildi onun bedeni. Sıcaktı benden. Zaman geçti nitekim, kaç sefer boyadı beni unuttum. Ne kadar eski kelime varsa bildiğim, ondan öğrendim. Ben susardım, o anlatırdı. Çok hikayesi vardı. Bir keresinde kent çocuklarını anlatmıştı bana hiç deniz görmemiş. Ne kadarda hayret etmiştim. Biraz denize sevdalıydı o biraz bana. Deniz çok cömerttir nitekim hiç kıskanmadım. Zaman geçti diyordum, hemde çok hızlı. Ne zaman çıktım bu yolculuğa ne zaman bitti hiç anlamadım. Alnında çizgiler belirdi önce. Derinleştiler sonra. Elleri buruşmaya başladı, yüzü de. Neden sonra titremeye başladı parmakları. Önce küreklere küstü sonra bana. Bir sabah gelmedi ve birdaha hiç. Bana küstü ama denize hiç küsülür mü?Sordum ona da küsmüş. O sabah denize de merhaba dememiş. Bazı adamlar geldiler sonra beni denizden ayırdılar. Götürüp ağaçların arasında bir bahçeye bıraktılar. Ne kadar yanmıştı canım. Duvarlar vardı önümde sadece göküyüzü gözüküyordu birde pembe zakkumlar. Neden cehennem çiçeği dendiğini o zaman anlamıştım. Nitekim ben çok sıkıldım hem dostumdan, hem denizden ayrı. Bakıyorumda çırılçıplak kalmış bedenim. Bende buruşuyorum galiba. Geçenlerde duydum duvarın arkasından, sanki ben burda değilmişim gibi konuşuyorlardı. Bak bu ölen Rıfat dedenin evi diyorlardı. Birisi satın alıp yıkacakmış.Umrumdaydı.. Ama olurda gelirseniz ağırlarım. O giderken demedi ama ben duman olup ruhumu rüzgara verirken bir hoşçakal derim..

Ayrılık, tutsaklık, fiilsiz cezalar, hatıralar, memleket hasreti, pişmanlıklar, özlemler, yaşanılması imkansız hayatlar, ütopyalar. Hem deniz hem kara. Kader. İşte Bahçedeki Sandal fısıldayıverir hepisini bir bakışta. Bir kere bakarsınız, öyle bir büyüdür ki sarıverir ruhunuzu. Biraz daha yaklaş hikayelerim var der. Oturup dinlemeye başlarsınız, sonra birden sandal kaybolur, yalnızca arzularınız ve hatırlarınızla kalırsınız başbaşa. Evet sandal denizde olmalıdır, biz sandalın içinde, ama sakın üzülmeyin, belkide deniz bahçenin içindedir kim bilebilir? Hadi oturun ve ona kulak verin. Ne anlatıyor dinleyin..