Olmayan Bir Aşkın, İlki Olmayan İkinci Kısa Mektubu

Merhaba Sevgilim;
Belki çok uzun bir süre cebimde taşıyacağım bir mektup daha yazıyorum. Kağıdın kusuruna bakma. Geçen yıl renkli tükenmez kalemle yazdığımı hala cüzdanımda her gittiğim yere götürüyorum. Fakat her okuyuşumda, biriktirdiğim şeylerin omzuma yüklendiğini ve bazı derin hislerimin o mektuptan yavaş yavaş silindiğini hissediyorum. İşte bütün bunları, bu sebebe bağlayarak yazacağım. Ve biliyorum ki; insan yaşamın her anında biriktirerek, harcayarak, inanarak veya tümden vazgeçtiğini düşünerek yaşadığı için hep aynı insan olamaz. Aynı olmak için bütün varlığını bu yolda harcasa bile. İlk mektubumun içimde tetiklediği daha yukarıdan seyredip kaleme alma arzumu; belki de sadeliğinin ve asıl düşündüklerimin çok küçük bir bölümünü yansıtmasının pişmanlığını duyarak; her şeyi bu kez anlatmak isteyişimi ve hayatımdaki her şeyin son halkasının sen olduğu gerçeğini su yüzüne çıkarmak için kullanıyorum ve bil ki bu satırları sırf bu yüzden yazıyorum. Sana çocukça geleceğini ve uzak bir hikaye gibi okuyacağını bilsem de, bana öyle olmadığını savunacaksın; hiç savunma çünkü öyle olduğunu gayet iyi biliyorum. Ama içimdeki aşılmaz arzunun, onarılmaz yaraların sebebini, aşk denilen o kıpırtıyı ilk kez seninle konuşurken tatmama ve bu nehire; günün birinde beni ruhum ölmüş olarak, terk edilmiş bir limana yalnız başıma atacağına adım gibi emin olduğum halde kendimi öyle hesapsızca ama sonsuz bir güven çelişkisi içinde bırakıverdiğimi söylemek istiyorum. Durup şöyle geçen zamanı saydığımda hiç de azımsanmayacak kadar büyük olduğunu anladım. Buna bir de o yaşlarımızın insan ömründeki diğer zamanlara kıyasla ortaya çıkan değer farkını da eklediğim de; yağmursuz geçen bir bahar mevsimi kadar yürek burkan bir anıyı yıllar sonra içim çok acıyarak anımsayacağımı öngörüyorum. Eğer bunu değiştiremezsek. Hem zamanın uzunluğu, hem korkularımın üzerine gidemeyerek sana deli gibi aşık olduğumu erkence söyleyememem hem de aynı cümleyi yıllar sonra senden de duymam ve buna rağmen geçen zamanın yaralarımızı sarmamıza ve yeni başlangıçlar yapmamıza engel oluşunu; geç kalınmışlığın çaresizliği içinde izlemek yalnızlığıma milyonuncu kez hançerler saplıyor, bilesin. Hoşça kal Sevgilim, iyi bir ömür dilerim.

Bir cumartesiden












Fotoğrafların orjinallerini isterseniz isorak288@hotmail.com'a mail atabilirsiniz.

Bir Akşam Üzeri Sonbahar















Fotoğrafların orjinallerini isterseniz isorak288@hotmail.com'a mail atabilirsiniz.

Fotoğraf

aklımda bir filmdir dönüp duruyor
paylaşıyoruz başrolü her sahnede.
bu filmi yıllardır hiç bıkmadan izlesem de
doğrusunu istersen o sadece aklımın içinde.
işin gerçeği açıkça şu ki sevgilim
biz aynı fotoğrafta bile olamadık seninle.
çok mu çirkinim soruyorum kendime
hayır değilim.
bu fotoğraf mevzusu nerden geldi bilmiyorum
sevgilim diyorum sana alınmazsın heralde.
değilmiyiz?
ne münasebet diyorsun ama rica ederim bağırma.
yıllardır hep aynı zamir elllerimde ağzımda
niye böyle şaşırıyorsun şimdi anlamıyorum.
neyse derin konular bunlar boşverelim
tut elimden de şuracıkta bir fotoğraf çekinelim.
ama öyle deme
birgün çekmecenden çıkar da sevinirsin.
altı üstü kağıt parçası uzatma hadi tut elimi
ille de istemezsen kesiverirsin beni.

Mayıs Özlemi (Eskilerden)

yabancı bir ilkim düşlüyorum
ait olmadığım uzakta bir yer
taptaze heyecanlar görüyorum
bir ömür hediye etsem değer.

Mayısı özlemeyi özlüyorum demiştim bir zaman.Dışarıda mayıs şimdi, 22 mayıs da cumartesi üstelik bu yıl.Leylak zamanı, bahar heyecanı, ilk yaz.Buharsız deniz, görünen karşı kıyılar. Henüz rüzgardan üşüyen balıkçılar hayal ediyorum sabahın ilk ışıklarında. Motorlarının sesleriyle uyanıyorum, güneş kleopatra dağının arkasından gösteriyor kendini usul usul, fısıldıyor gibi. Sonra bir palmiye ağacının en yüksek yaprakları sarımtırak bir kızıllığa bürünüyor.Serin içerisi, bir bardak soğuk su gibi okşuyor yanaklarımı beyaz rutubetli duvarlar. Pencerede sineklik, balkon kapısını açıyorum yavaş yavaş, mayısın serin sabah rüzgarı doluyor içeriye ayaklarımdan başlayarak.Çıplak ayaklarım ince yer kiliminin üzerinde. Deniz daha bembeyaz, yatağımdaki çarşaf gibi kıvrımlı bir deniz. Keman sesi gibi geliyor insana, gümüş gümüş parlıyor hafif ve solgun. Sandallar çocukları gibi denizin, hadi uyan bak sabah oldu der gibi haylazca salınıyorlar.Gökyüzünün bu pembe okşayışından parlayan pullar düşüyor kıyıya, tuzuna karışıyor sonra denizin, ve bir sandal madalyon gibi alıp üzerine takıyor övünerek. İsmet dede oturmuş her zamanki yerinde, kimbilir neler düşlüyor. Güneşin büyüttüğü bir ömrü taşıyor sıcak bedeninde, güneşin çocuğu o. Puslu anıların yarı gerçek yarı masal nehrini akıtıyor aslında her sabah denize İsmet dede. Yüzüne bir ömür ege rüzgarları esmiş. Zeytin yeşilinin tonunu hiç şaşırmaz sorsam hemen gösterir, ne zaman dalgalı olur deniz, neden mavidir aslında, hepsini bilir. Akşam olunca, kendi asmasının altında, kareli mavi muşamba örtüsü, cam sürahi, ipe taktığı sönük sarı ampül, arkasında zifiri karanlık, duvar dibinde ağustos böcekleri, bütün ihtişamıyla yıldızlar. Başka türlü bir şey değildir hayat ona, bilinmez ülkelere hasret kalmamıştır hiç, gurbet kelimesini kaç kere duymuşturki acaba? Sakın hikayeleri yok sanma, bir bağlasın oltasını, bir yaslansın arkasına, hiç duymadığın dünyaları getirirverir ayaklarına. Çömelmek yok oturarak dinleyeceksin ama. Ansızın zilleri çalar balık gelmiş oltaya, kovanın içine atar balığı, yeniden bir ekmek sarar, sonra bambaşka bir dünya daha. Bende ise ürpertiler ve nem kokusu. Birden sorular yağıyor aklımın o en derin yerlerine. Bu kadar mı yıpranmışım, bu kadar mı uzak kalmışım anlamıyorum ne çabuk geçmiş zaman ne geçmek bilmemiş, sahi kaç yıl olmuş? Hani aynıydı dünya, hani çiçek hep çiçek, toprak aynı topraktı? Ne oluyor, bu ses ne? Nasıl bir ses bu denli hırçın ve bu denli yumuşak ve bu denli peşinden sürükleyici olabiliyor? Neden yabancıyım şimdi bu kadar dalgalara? Deniz kabuklarını neden farkedemiyorum çakıl taşları içinden artık? Deniz gibi tuzlu tadı olan, yanaklarımdan süzülen bu beyaz sularda neyin nesi? Mayısın özlemi özgürlük arzumu dizginleyerek olanca şiddetiyle sarmışken beni...

Kasım




Fotoğrafların orjinallerini isterseniz isorak288@hotmail.com'a mail atabilirsiniz.

Uyanırken

Gözlerini açtığında, sunta komidinin yumusatılmış köşelerini birbirine bağlayan plastik kahverengi kaplamalarla bakışırken buldu kendini. Ne kadar da güzellerdi. Eğer bu komidin dünya olsaydı, bu kaplamalar da kutup enlemleri olabilirdi. Sonra dikkatlice tekrar baktı. Sanki dikine kesilen yaşlı bir ağacın çizgilerini taklit eden dokusuyla şehirler arası yollara benziyorlardı. Şehirler arası yolları ve uzun yolculukları çok seviyordu. Özellikle bozkırın büyük ovalarını kesen ip gibi düzgün yollara bayılıyordu. Çünkü buralarda çok uzakları görerek derin hayallerini somut bir manzarayla bütünleştirebiliyordu. Hem bozkır yalnızdı, yalındı ve yalansızdı. Görünen neyse var olan da oydu. Ufuk çizgisi bıçak gibi keskin olurdu bu yolculuklarda. Belli ki bu keskinliğin gerçekten bir anlamı vardı, belki de binlerce yıl boyunca savaşların buralarda yapılması ve her savaşın sonunda insanoğlunun bu topraklara hediye ettiği kan ve cansız bedenlerle bozkırın kalbini kırması, ona bu keskin yüz ifadesini kazandırmıştı. Baharlarda gelincikler bu yüzden kırmızı açıyor olmalıydı. Ama yine de bozkırın bu yüzü bir bakıma içini umutlarla dolduruyor, arkasında var olduğunu hayal ettiği dünyalar hakkında ütopyalar uydurmasına yardımcı oluyordu. Ve bu keskinlik onları gerçekten varmış gibi gösteriyordu. İnsanlar savaşlarda değil yataklarda ölüyor ve gelincikler kırmızıdan başka renklerle de açıyordu. Birden dikkati dağıldı. Ölümü hatırlatan şeyleri düşünmenin dikkat dağıtıcı korkusuyla hafifçe irkildi ve bütün düşündüklerini unutuverdi. Bütün olağanlığına ve hayatın içinden olmasına karşılık ne kadar da tuhaftı şu ölüm. Uyumak gibi birşey heralde diye düşündü ama rüya görüp göremeyeceği konusunda emin değildi. Belki de karanlık bir odaya girmek gibiydi. Doğduğu günden önce bu evrende olmadığı gibi öldüğü günden sonra da bu evrende olmayacaktı. İşte bu kadar basitti. Sadece ölüm anına ilişkin korkuları vardı ama bunu da daha önce girdiği birkaç ameliyata benzetti. Her ameliyat bittiğinde, geride bıraktığı tedirginlikleri ve korkuları hakkında hiçbirşey anımsayamıyordu. Olup bitiveriyordu. Bütün kötü şeyler anlık yaşanır ve çabuk unutulurdu zaten. Buna yürekten inanıyordu. Ölüm de böyle olacaktı. Aniden gelecek, biraz korkutacak ama sonunda bitecek ve ölmüş olacaktı. Öldükten sonra hiçbir şeyden haberi olmayacaktı. Zaten bilmenin laneti denilen kafa karıştırıcı durumlarda bulunmak istemezdi. Çoğu şeye kayıtsız kalışını da bununla açıklayabilirdi. Aslında şöyle etraflıca düşündüğü zaman hayatı kafasının içinde üçgen bir görünüm kazanan bu üç konu üzerinde duruyor gibiydi; ölmek kavramı, bilmenin laneti ve insanlığın kendi beyniyle kurduğu sistemin devamı için verdiği otorite mücadelesi. Peygamberler, filozoflar ve komutanlar. Savaşların, polislerin, büyük meydanlardaki halk hareketlerinin, siyaset üzerine teoriler geliştirmek için ömrünü harcayanların, yazdığı bir şiir yüzünden çöp gemilerinde mülteci olup okyanus geçenlerin, inandığı bir değer için diri diri yanmaktan korkmayanların hikayelerinde hep bu üç şey vardı. Evet onların içi boş kahramanlıklarının ardında ölümü düşünmemeleri, bilginin lanet getireceğinin farkında varamamaları ve siyasal güce sahip olma isteklerinin saçma bir sistemi devam ettirmek için önlerine atılan bir yem olduğunu görememeleri vardı. Onlar için insan hayatını ucuz olmaktan kurtaran şey yüce bir dava uğruna ölmekti! Güldü. İşte uyuşturucu gibi bir cümle diye düşündü. Kahramanlıklarının içi bu yüzden boştu işte. Gözleri yatağının yanından geçen krem rengi kalorifer borusunun dökülen boyalarına takıldı. Sol elinin parmaklarını borunun üzerinde gezdirerek kalan küçük parçaları bulmaya çalıştı. Fakat sıcaktı, vazgeçti. Çocukken bunu çok yapardı. Ne güzel şeydi şu çocuk olmak. Gözlerin sadece olanı görmesi ne kadar da güzeldi. Bir yolculuğu düşündükleri zaman savaşları anımsamazdı çocuklar. Bilmek istedikleri şey sadece zevk aldıkları şeydi. Dünyaya egemen olmak istemezlerdi. Aslında herşey insanın seçtikleri ve tüketmekten zevk aldıklarıyla alakalıydı. Doğru olanı seçmek için doğru şeyleri tükettiğinde ancak bunun ayrımına varabilir ve "yüce bir dava uğruna ölündüğünde insan ruhunun yüceldiği" tezinin ne kadar saçma olduğunu anlayabilirdi. Hayatı anlamanın ciddileşip surat asmak olmadığı, aslında hayatı gerçekten anlamanın insana tatlı bir ukalalık kazandıracağını işte o zaman anlayabilirdi. Peki tüketilecek olan doğru şeyler ve ulaşılacak olan doğrular neydi? Hani dünyada kesin doğrular yoktu, olamazdı? Hani sosyologlar ve psikoanalizciler bu yüzden çuvallıyordu? Evet emin olmak istediği de tam olarak buydu zaten. İyi ki bu soruyu kendine sormuştu. Çünkü artık emindi, evrende doğru olan düşünceler herkese göre farklıydı. O doğruyu bulmanın tek yolunun da içindeki sesi dinlemek olduğunu düşündü. Alarmı çalmaya başladı. Beyaz çarşafını belinden sıyırarak yatağın köşesine oturdu. Alarmı çalmadan önce uyanmaya bayılıyordu.